31 Ağustos 2009 Pazartesi

PİŞMAN DEĞİLİM

201291pismandegilimkYıllar önceydi, yanlış hatırlamıyorsam 2002 yılıydı.

Her zaman alış veriş yaptığım kitap evinin raflarından kitap seçerken rastlamıştım o kitaba.

Kitap bir oto biyografiydi. Oto biyografi olduğu için adı dikkatimi çekmişti, çünkü asıl olan, bize sunulan hayatlarımızı yaşarken yaşadıklarımızdan pişman olmamak tı.

Şen Sahir Sılan'a ait olan Pişman Değilim adlı kitabı tereddütsüz edinip bir solukta okudum.

O dönemde kitabı bir çok arkadaşıma önerdim.

Yazarın Antalya’da yaşadığını öğrendim, kendisi ile tanışmak için çaba gösterdim, ama olmadı.

Kitabı uzun uzun anlatmak istemiyorum, zaten yazımın konusu da bu değil.

* * * * *

Bu gün her zaman ziyaret ettiğim D&R ‘ların birinde yine kitapları inceliyordum. Bu seferki tercihim bir dergi oldu.

Derginin ücretini ödemek için kasaya gittiğimde, yüzünde yılların bıraktığı izleri gururla taşıyan, dimdik duruşlu, yaşına rağmen son derece dinamik bir hanımefendi ile karşılaştım.

İki tane kitap almıştı, kitapların ücretini kasaya ödeyecekti.

Ayak üstü sohbet etmeye başladık. “ Ne mutlu dedim kendisine, okuma aşkı öyle büyük bir aşk ki, hiçbir şey bitmesine engel olamıyor.”

Gözleri ışık saçan hanım, kendisinin de yazar olduğunu söyledi.

Heyecanla ismini sordum.

“ Ben, Şen Sahir Sılan “ dedi.

Heyecanım iki kat artmıştı.

Yıllar önce tanımak istediğim Şen Sahir Sılan Hanımefendi D&R’da karşımdaydı.

Yıllar geçtiği halde kitabının bıraktığı izi ve yaşadıklarını unutmamış olduğum, bana göre çok özel olduğunu düşündüğüm değerli yazarla ayak üstü de olsa tanışmış olmanın mutluluğu ile gözlerim doldu.

Kendisi de, kendisini tanıyan bir okurla karşılaşmanın mutluluğunu yaşadı.

Birbirimize telefonlarımızı verdik.

En kısa sürede kendisi ile bir araya gelip kitaplarını imzalatmak ve uzun uzun sohbet etmek istiyorum. ( Tabii eğer O da isterse )

Şen Hanım’ın Pişman Değilim ve Kendime Sürgün adlı kitaplarını okumadıysanız mutlaka okumanızı öneriyorum.

Kitapları okuyup bitirdiğinizde siz de kendi gücünüzün farkına varacaksınız.

Yaşadıklarımızdan pişman olmamanın yolu kendi gücümüzü fark etmekten geçiyor, anlayacaksınız.

28 Ağustos 2009 Cuma

FİKRİYE ( GİTTİĞİ GÜNDE SAYGI VE ÖZLEMLE )

8959
Fikriye, 1916 yılında, 2. kızını da kucağına aldığında, henüz 17 yaşındaydı ve bu dünyadaki misafirliğinin sadece 12 yıl süreceğini bilmiyordu.

İstanbul Yedikule’de bir konakta otururlardı. Yüzü medeniyete dönük bir anne ve babanın iki kızının küçük olanı idi Fikriye.

Dümdüz siyah saçlara, kestane kahvesi gözlere sahip olan ablasının tam tersine, dalgalı açık kumral saçları, bembeyaz teni ve ela gözleriyle ilk bakışta dikkatleri üzerine çeken bir genç kızdı.

İbrahim Ethem ile çocukluktan beri tanırlardı birbirlerini. Pırıl pırıl bir gençti İbrahim Ethem.”

Uzun yıllar var ki beğenirdi Fikriye’yi, zamanla bu beğeni aşka dönüşmüştü.
Fikriye de çocukluğundan beri tanıdığı İbrahim Ethem’i gördüğünde yüreğinin daha farklı bir biçimde attığını hissetmekteydi ne zamandır.

Çocukluktan genç kızlığa adım atma yaşlarındaydı, o zamanlar erken evlendirilirdi kızlar. Evlilik kararlarını da aileler verirdi.
Babası da, çok beğenirdi İbrahim Ethem’i - “ Bu çocuk gelecek vaat ediyor” derdi de başka bir şey demezdi.

Sonunda evlendiler. Evlendikten sonra daha da çok sevdi eşini Fikriye.

Evlendikten yaklaşık 1 yıl sonra ilk kızını, kızının doğumundan sadece 11 ay sonra da ikinci kızını kucağına aldı.

İkisi de çocuklarıyla birlikte mutluydular.
Çocukluk aşkı evliliğe dönüşmüş ve meyvelerini vermişti bile ancak onların mutluluğu devam ederken, dünya gergin günler yaşıyordu.

Fikriye’nin büyük kızını kucağına aldığı günlerde, tarih ince ince yazılıyor ve dünya ilk kez 4 yıl sürecek büyük bir savaş görmeye hazırlanıyordu. Osmanlı Devleti ise sancılı bir dönemden geçiyordu.

Hayat Fikriye’ye, İbrahim Ethem ve iki bebeğe neler sunacaktı? Henüz kimse bilmiyordu.

Fikriye’nin kızları 4 ve 2 yaşlarında iken, eşi askere gitme kararı aldı.

Gitmesinden bir gece önce ailecek güzel vakit geçirdiler.

Kızlar, babalarının gideceğini hissetmişlerdi ve o gece babalarının kucağından inmek bilmediler. İki kız, öpücük yağmuruna tutmuşlardı babalarını. Fikriye, olan bitenden çok söz etmedi çocuklarına, babalarının nereye gittiğini hissettirmemeye çalıştı.

Ertesi sabah, sımsıkı sarıldı eşine, - “ Bizi hiç unutma “ diyerek.
İbrahim Ethem, kızlarını öptü, karısına sarılarak, heyecanla - “ Göreceksin, her şey daha güzel olacak, geçecek bu günler” dedi ve yola çıktı.

Eşinin yüzünde kararlı ve söylediklerine inanan bir ifade vardı.
Söylediklerinde haklıydı, ancak her şeyin daha güzel olmasına henüz, zorluklarla geçecek birbirinden uzun 5 yıl vardı.

Bu anları kızlar, -özellikle büyük kız- gelecekte hayal meyal hatırlayacak, hatırladıklarını annelerinin eski Türkçe yazdığı günlüğe benzer yazıları ile birleştirerek belleklerinde saklayacaklardı.

Gittiği yerlerden geri dönemedi İbrahim Ethem.
Uzun süre haber de alamadılar. Özlemin, merakla sarmaş dolaş olduğu bir dönemde şehit olduğu haberi geldi..

Hayata küstü, kendine küstü Fikriye. Oysa acısını yüreğinde saklamak zorundaydı. Çocukları için hayatta kalmalıydı. Üzerinde yaşadığı topraklar güzel günler görecekti. Mustafa Kemal’in askerlerinden biriydi kocası, vatanı için şehit olmuştu. Bir yanı hiç unutamadı, diğer yanı hep gurur duydu İbrahim Ethem’le.

Güzel, gösterişli, genç bir kadındı.
Herkesin dikkatini çekiyordu. Bunlardan biri de yeni taşındıkları mahalledeki en yakın komşularının erkek kardeşi Hakkı Bey’di. Görür görmez aşık olmuştu Fikriye’ye. O’nun iki çocukla yalnız kalış hikayesini dinleyince, saygı duydu, sabırla, incitmeden beklemeye başladı.

Fikriye, İbrahim Ethem’in ölümünden yaklaşık 8 yıl sonra, kendisini büyük bir sabırla bekleyen Hakkı Bey ile evlenmeye karar verdi.

Evlendiği gün, geçmişi düşündü.

Savaş çoktan bitmiş, 600 yıllık bir imparatorluk çökmüş, imparatorluğun küllerinden yepyeni bir cumhuriyet kurulmuş, her şey değişmişti.

Yıllar önce İbrahim Ethem’in söylediği sözleri ve yüzündeki o kararlı ifadeyi hatırladı, gerçekten artık “ Her şey daha güzeldi”. Oysa sevdiği adam yanında değildi ve şimdi sadece saygı duyduğu biri ile, iki kızı yanında yeni bir hayat kurmak üzereydi.

O ara uzun zamandır yakasını bırakmayan şiddetli öksürükler de başına dert olmuştu.
Narindi Fikriye, geçirdiği şiddetli soğuk algınlığının iyileşmesi uzun zaman alacaktı herhalde.

Evlendikten 1 yıl sonra hamile olduğunu fark etti. Hamileydi ama baş belası öksürük hiç yakasını bırakmıyordu.

Öksürüğün nedenini bulmak için çeşitli tetkikler yapıldı.Bir süre sonra yapılan tetkikler sonucunu verdi. Fikriye “verem”di.

Çocuğu doğurması sakıncalıydı. İnat etti, ve o haliyle dünyaya bir kız çocuk daha getirdi. Kendi gibi, beyaz tenli bir kızdı bebeği.

Doğumdan sonra 40 gün daha direnebildi Fikriye. Bebeğinin kırkının çıktığı gün, O’nun da dünyadaki serüveni , henüz 29 yaşında iken sona erdi.
Gökyüzünde kayan bir yıldız kadar kısa sürmüştü hayatı.

Küçük kız hiç bilemedi, tanıyamadı annesini.
Yıllar önce dünyaya gelen ablaları anne oldular bebeğe.
Büyüyüp genç kız olduğu zamanlarda, “ Annem nasıl bir kadındı ?“ diye sorduğunda ablaları, “Aynaya bak, gördüğün yüz annemizin yüzüdür” dediler. Annesini hiç tanımayan kız şaşılacak derecede Fikriye’ye benziyordu.

***


Aradan çok çok uzun yıllar geçti .
Üç kız büyüdüler, evlendiler, hepsinin çocukları, torunları oldu.
Fikriye’nin ortanca kızının torunlarından biri – çocukluğundan beri anılara en düşkün olanı- , büyük anneannesinin kısacık ve hüzünlü hikayesini annesinden, anneannesinden, hatta dedesinden yıllarca hep dinledi.
O’nun anısını yaşatmak için her zaman bir şeyler yapmak istedi.

Ölümünün üzerinden yaklaşık 80 yıl geçmiş, albümlerde bir tek fotoğrafı bile bulunmayan Fikriye için ne yapabileceğini düşündü düşündü ve ortaya bu yazı çıktı.

***

Fikriye’nin büyük kızı 1986, ortanca kızı da 1989 yılında bu dünyadan ayrıldılar.
Kendine benzeyen, annesiz büyüyen küçük kız ise şimdi 81 yaşlarında.

Aslında uzunmuş gibi görünen, bir ömrün sığdığı -hayat-larımız ne kadar kısa değil mi?
Uçsuz bucaksız bir evren üzerinde minicik bir noktayız hepimiz.

Fotoğraf : www.istanbulsanatevi.com

26 Ağustos 2009 Çarşamba

ADA ÖZLEMİ

ssa41469İstanbul deyince aklıma düşen yerlerden biri de adalardır.
Oralara kadar gidip de, ada havasını solumadan geriye dönmem.
Büyük Ada, Heybeli Ada ve Burgaz Ada en sevdiğim adaların başında gelir.

Bu seferki İstanbul yolculuğumuzda oğlumu da adalarla tanıştırdım.

Bu yazıyı yazma sebebim, oğlumun az önce " Anne bir daha ne zaman adaya gidebiliriz ? " sorusu oldu.

Demek o da özleyebiliyor o küçük aklıyla ada havasını.

Şimdilik bunun mümkün olamayacağını öğrenince üzüldü biraz.

Sonra birlikte, adada çektiğimiz fotoğrafları sayfamda yayınlamaya karar verdik, bu bile sevindirdi onu.

İşte ada fotoğraflarından, sayfama yükleyebildiklerimden bazıları :




ssa41486ssa41487ssa414794ssa41460ssa414591ssa41447ssa414441ssa41438

23 Ağustos 2009 Pazar

DURGUN GÖL

6771_130992448328_641633328_2163529_6369583_n1

Zaman zaman durgun bir göl olurum.

Sakin, dingin, huzurlu.

İçindeki tatlı su balıkları suyun dibinde kıpır kıpır ama gölün üzerinde hiçbir kıpırtı yokmuş gibi.

Ağaçların yeşili ile gökyüzünün mavisi karışır gölün rengine, kendi rengim bu mu gerçekten? Bilmiyorum…

Bazen nilüfer çiçekleri süsler gölün üzerini, bazen yolunu şaşırmış bir sandal.

İşte böyle; insan sesinden uzak, doğanın sesine tutsak, durgun bir göl gibi hissederim bazen kendimi.

O zaman kendim olurum, sakinlerim, durulurum.

Bu anlarım uzun sürsün isterim…

Hayat izin vermez.

Bir bakarım hiç beklemediğim anda fırtınalı denize çevirir beni.

O zaman ne nilüfer çiçekleri kalır, ne yolunu şaşırmış sandal ne de tatlı su balıkları .

Bundan sonra üzerime düşen, fırtınalı denizde dalgalara teslim olmamaktır.

Denizin içinde, dalgaların arasında yolumu bulup kaybolmamaktır.

* * * * * *

Fotoğraf : Sevgili arkadaşım Ebru'nun Karadeniz Gezisi Albümünden

21 Ağustos 2009 Cuma

İKİ -ŞEY-

_1_1Bence insan hayatta kendine verilen iki –şey- i çok sever.

Bu iki –şey- insana her zaman verilmeyebilir ama verildiğinde de özel önem taşır.

Büyüklükleri, miktarı hele maddi değeri hiç önemli değildir.

Bu iki –şey- de önemli olan hatırlanmaktır, değer vermektir.

Blog ortamında alındığında daha da anlam kazanır, çünkü blog ortamında yazılarımız konuşur. Yazılarımız bizi birbirimize anlatır. Sonra bir de bakarız ki sanal sandığımız ortamlardan güzel dostluklar, paylaşımlar çıkmıştır.

Bu iki şey ödül ve hediye dir.

Blogda aldığım ilk hediyemi yüreğimin çekmecelerinde saklıyorum hâlâ.

Şimdi de bir ödül aldım. Uzaklardan, Mersin’den Ramazan Bey’den.

Kendisine beni ödüle layık gördüğü için sonsuz teşekkürler ediyorum.

Ödülün üç kuralı varmış, hepsini hemen yerine getiriyorum.

Birincisi çok kolay, linki hemen yayınlıyorum.

İkincisi biraz zor çünkü 7 kişi seçmem gerekiyor.

Bir düşüneyim yazımın sonuna kadar…

Üçüncüsü daha da zor galiba.

Kendimle ilgili en ilginç 7 –şey- yazmalıyım.

Zorlansam da başlayayım o zaman :

1- İnsanlara çok güvenirim. ( İlginç değil mi? Güvenimi kazanmak ayrı bir yazı konusudur ama ),
2- Daha da ilginç olan, bu güne kadar bu konuda hiç yanılmadım,
3- Küçük şeylerle küçük mutluluklar yaşamaya bayılırım,
4- İflah olmaz bir iş koliğim,
5- Annelik hallerim inanılmazdır. Çoğu zaman kendimi 35 yaşımda değil de 18 yaşımda anne olmuş gibi hissederim,
6- Kin ve kıskançlık hayat kitabımda hiç yazmaz. İnsan kardeşini bile çocukken kıskanmaz mı? Asla kıskanmadım vallahi.:)
7- Güneşin doğuşu ve batışına ama en çok doğuşuna takıntılıyım. Aslında bir şey olduğu yoktur bilirim. Bu durum dünya ile kendi ekseni etrafında olup biten bir durumdur ama takıntılıyım işte.

Sıra geldi üçüncü koşula, bu seçim çok zor demiştim ya, yazımın sonuna geldim hâlâ zorlanıyorum, bunu mutlaka belirtmeliyim.

İşte listem :
1- Aydanatlayan kedi
2- Evren
3- Beenmaya
4- Nily
5- Delfina
6- Özlem
7- Efsa

Haydi şimdi sıra sizde…

Not : Sevgili Belgin ve Nurşen listemde siz de vardınız ama baktım ki siz çoktan ödül almışsınız bile:))

19 Ağustos 2009 Çarşamba

DOLMALIK

131648

Ramazan geliyor ya her yıl aklıma düşen yöresel lezzetlerden biri de dolmalıktır.

İzmit yöresine aittir ve o kadar İzmit’e özel bir lezzettir ki, İzmit’e çok yakın olan İstanbul ve Adapazarı’nda bile bilinmez.

Hem iftar hem sahur sofralarının vazgeçilmezidir.

Fırınlarda satılan özel bir pidesi vardır. Susamsız ve yumurtasızdır.

Ben çocukken “ uzun kollu pide, bir de sıska pide” derdim dolmalık pideye.

Antalya’da bulamadığım için yıllardır orijinalini yiyemiyorum, orijinali diyorum çünkü dolmalık pide bulamayanlar yine de bu tarifi denemek isteyenler normal ramazan pidesinin kenarlarını çıkararak da yapabilirler.

Çocukluğumun İzmit’inde anneannemin iftar ve sahur sofralarından eksik olmayan dolmalık, kıymalı ve peynirli iç harçlarla yapılabilen bir tür börek aslında.

Yapımı da çok kolay,

İşte tarifi:
Kıymalı Harç için: Kıymalı börek içi hazırlar gibi harç hazırlıyoruz.

200 – 300 gram kıyma,
1- 2 kuru soğan,
yeterince tuz, karabiber
Kıyma ve soğanı kavurup, tuz ve biberi eklemek yeterli.

Peynirli Harç İçin :
Böreklik peynir ve maydanozu karıştırmak yeterli. Miktarlarını yapacağımız dolmalık pide sayısına göre çoğaltabiliriz.

Yapılışı : Dolmalık pideleri el kadar parçalara böldükten sonra, çok az suyla ıslatalım ve hazırladığımız kıymalı ve peynirli içlerle dolmalık pidelerin içini dolduralım.
Pideleri yumurtaya batırıp kızartalım.

Yumurtaya batırıp kızartmak tarifi denemek isteyenleri korkutmasın, çok hafif bir lezzet ortaya çıkıyor.

Ben pide kenarlarından dolmalık yaparken, pidenin kenarlarını yuvarlayarak çıkartıp, suyla ıslatıp, pideleri ıslattıktan sonra içini tarifteki harçlarla doldurup, yumurtaya bulayıp kızartıyorum, pidenin olmadığı yerde o da güzel oluyor.

Eski ramazanların ve sahurların damak tadı sofralarımızdan hiç eksik olmasın.

Denemek isteyen herkese afiyet olsun.


Not: “Dolmalık” o kadar İzmit’e özel bir yöresel lezzet ki, internette bile resmine rastlamadım.
Blog resminde ramazan pidesi fotoğrafı kullandım.

Blog Resmi : http://www.lezzet.com.tr/mutfak_okulu/01347/

17 Ağustos 2009 Pazartesi

SARSILAN HAYATLAR YA DA SİL BAŞTAN

OKUMAKTA OLDUĞUNUZ SATIRLAR KURGU DEĞİL GERÇEKTİR.
untitled
Askerliğini Güney Doğu’da tam da terörün kana doymadığı dönemlerde bir dağ başında yapmaktaydı. Aylarca ailesini “ Bir karakoldayım, şehir merkezindeyim, her şey çok yolunda gidiyor, merak etmeyin “ diyerek oyalamıştı. Aslında dağın başında, terörün komşuluğunu yapıyordu.

O askerliğini bitirdi de dönüyor diye evdekilerin hali ise coşku doluydu..

Annesi, babası, kardeşi, anneanne, dede, teyzeler, enişteler, kuzenler, arkadaşlar, hatta komşular O’nun dönüşü için tatlı bir telaş içindeydiler.

Evine döndüğünde sevinçten konuşamıyordu.

O gece aile fertleri yemekte bir araya geldiler.
Hepsinin gözünde mutluluk vardı.
Yemekler yenildi sohbete devam edildi.
Gece yarısı herkes evine dağıldı.

Ailesiyle biraz daha oturdu ve 02.00 gibi yattı.

Sevinçten uyku girmiyordu gözüne, tekrar kalktı, salona geçti, gözlerini kapadı, uyumaya çalıştı,

O arada uyudu mu? Hatırlamıyordu.

Yarım saat sonra garip bir uğultu duydu.

Yerin altından gelen uğultu, beraberinde sarsıntıyı da getirmişti.

Neler olduğunu anlayamadı, “ Askerliğim bitmedi galiba, yine patlama oldu bir yerlerde” diye düşündü.

Ne yapacağını bilemedi, nasıl olduysa pencerenin önünde buldu kendini, pencerenin camı kırılmıştı, birkaç saniye içinde karşılarındaki apartmanın yerle bir olduğunu gördü.

Gözlerine inanamıyordu. Bu nasıl bir felaketti böyle?

Sonrasında, ailesiyle birlikte ne ara evden çıkmayı başardıklarını hiç hatırlamadı.
Sadece hatırladığı apartmanlarının merdivenlerinden inerken, arkalarından merdivenlerin bile yıkıldığı idi.

. . .

Deprem olmuştu, hem de çok şiddetli.
Anne babası ve kardeşi ile kurtulmuşlardı.
Peki ya diğer yakınları?
Uzun süredir görmediği arkadaşları, mahalledeki komşuları?

Bilmiyordu !!!

Şaşkındı, şoktaydı yürümeye başladı, sahile indi.

Deniz kıyısında oturdukları beldeyle özdeşleşmiş gazinoların ve denize sıfır olan o güzel otelin yerinde olmadığını gördü.

Bağırmak, çığlık atmak istedi yapamadı. Bu kez yaşadığı şok nedeniyle sesi çıkmıyordu.

Her yer, yıkılan evler ve insan çığlıklarıyla doluydu.

Çaresiz sokaklarda yürümeye başladı, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu.
Askerliği sırasında göz pınarlarında biriktirdikleriyle, şimdi yaşamakta olduğu acının gözyaşları birbirine karışmıştı.

Gücünü yitirmemeye çalıştı.

O gece, aile yemeğinde beraber olduğu akrabalarını da , çocukluk arkadaşlarını da, komşularını da enkazın altından çıkartırken, gücünü hiç yitirmedi.

O andan itibaren gidenlerin ardından çaresiz bakan, geride kalanlardan biri oldu.

Yıllar sonra, belleği O’na o günleri hatırlattığında, bu gücü nereden bulduğunu da hiç bilemedi.

Tutunmalıydı bir yerlerden hayata, tutundu da. Zaman her şeye sil baştan, yeni bir sayfa açma zamanıydı.

Hayat acımasızdı ve insanları bir yaprak gibi savursa da her şeye rağmen devam ediyordu.


“ 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi İle
Aramızdan Ayrılanların Anısına Saygıyla ,,

15 Ağustos 2009 Cumartesi

FARK ETMESİNİ BİLENE ...

ssa413862ssa413236ssa413374
Şu her daim aradığımız özgürlük ve mutluluk sanki el ele tutuşmuş yanı başımızda dolaşıyorlar.

İkisi de bazen engin denizde salınıp giden bir yelkenlide, bazen bir bebeğin gülüşünde ya da denizin ortasında ıssız bir kayada soluklanan deniz kuşlarının yanından göz kırpıyor bize.

Yok yok …

Bunların hiç biri değil belki de, özgürlük ve mutluluk hep içimizde, yüreğimizin en derinlerinde,

Fark etmesini ve bulup çıkartmasını bilene elbette...

12 Ağustos 2009 Çarşamba

SİLGİ KULLANMADAN RESİM ÇİZME SANATI

975-07-0461-4_s1fe1d8b6fb2424fa41
Pozitif enerjisi ve hayata bakış açısına hayran olduğum arkadaşlarımdan biri geçtiğimiz günlerde elime bir kağıt verdi.
Kağıtta yazılı olanları baş ucundan ayıramadığını söyledi.
Okudum haklıydı, nereden ya da hangi kitaptan aldığını bilmediğim cümleler benim de başucumda artık. Dayanamadım sayfamda da paylaşmak istedim :

 Evimi bir parti sonrası temizlemek için saatlerde uğraşıyorsam, bir çok arkadaşım var demektir.

 Faturalarımı ödeyebiliyorsam bir işim var demektir.

 Gölgem beni izliyorsa, güneş ışığı görüyorum demektir.


 Okuluma ya da iş yerime uzun bir yolu yürüyerek gidebiliyorsam, ayaklarım sağlıklı demektir.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

İSİMSİZ

woman_by_muskawo

- “Yoruldum “ dedi kadın, senle yaşamaktan yoruldum.

Cümlesi tükendi adamın ve ikisi de sustu.

Bir süre sonra kadın kalktı, - “ Zaman gitme zamanıdır “ dedi.

Anıların saçlarından tutmak istedi adam, kadın izin vermedi.

O gün, o veda anında,

Kadın yumruklarını sıktı, göz yaşlarını göz pınarlarından içeri geri gönderdi,

Ve kararlıydı ardına bile bakmadı.

Gitti …

Zaman gitme zamanıydı.

Bitti …

Her bitiş yeni hayatlara yelken açardı,

Kadın bunu bildi.

Yaşamakta oldukları an isimsizdi.

Adam hâlâ farkında değildi, kadın giderken bile elleri anıların saçlarından tutmaya devam etti…


www.deviantart.com

6 Ağustos 2009 Perşembe

MERAK GÜZEL ŞEY

pc__my_cupcake_by_kittykoolkatz- “ Merak gerçekten güzel mi ? ” diye sordu.

Bu yaşıma kadar merakı dozunda yaşamış biri olarak sorusuna düşünmeden

- “ Hayır ” diye yanıt verdim.

O sormaya devam etti :

- “ Peki neden reklamlarda, - merak güzel şey, güzel şey merak - diyorlar ” dedi.

- “ Reklam o, boş ver ” dedim.

Biraz sonra konuyu değiştirdi :
- “ Bana ne zaman cep telefonu alacaksınız ? “ diye sordu.

Bu sefer ki sorusu henüz 6 yaşında olduğundan beklemediğim bir soruydu,

- “Aklından bile geçirme, yaşın çok küçük” dedim.
- “ Neden? Arkadaşıma alıyor ailesi, o da benden bir yaş büyük ama ” dedi.

Şimdi düşünmek zamanıydı

Cep telefonu, bilgisayar, internet hayatıma otuzlu yaşlarımda girdi.

Faydalarından elbette yararlandım, hatta zaman içinde teknoloji hayatımın önemli bir parçası haline geldi. Buna rağmen kendimi teknoloji tutsağı haline getirmedim.

Bir çocuğun eline cep telefonu verme yaşı -yediye- inerse, internete ulaşım 3G teknolojisi sayesinde cep telefonlarına kadar ulaşırsa, çocuklarımız tüm bunlardan “bilinçli” bir şekilde yararlanmayı nasıl ve ne zaman öğrenecek?

“Bilinçli” kelimesini özellikle vurguluyorum, çünkü artık hepimiz biliyoruz ki internet uçsuz bucaksız bir okyanus ve bu okyanusta yolunu şaşırıp kaybolmak hiç de zor değil.

Henüz doğruyu yanlıştan ayırmayı bilmezken, sırf merak olsun diye interneti sınırsız kullanarak büyüyen çocukların yetiştiği bir toplum beni korkutuyor.

Yarınlarımızın temini çocuklarımızın hayatı öğrenemeden teknoloji ile sıkı bağlar kurması kaygı veriyor.

Aile olarak elindeki cep telefonundan internete her daim ulaşan çocuklarımızı nasıl takip edeceğiz?

Bilinçli toplum, kendini kontrol edebilen, doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü ayırt edebilen çocukların yetişmesiyle oluşur.

Bunları çocuklarımız büyürken düşünmezsek, gelişimlerini takip etmezsek, sevgilisini parçalayıp çöp konteynırına atan, annesini acımasız bıçak darbeleriyle öldüren, sokak ortasında sevgilisini döven gençleri görünce şaşırmamamız gerekir.

Teknoloji sınırlarını zorlayan telefon şirketlerine ve ailelere sormak isterim :
“ Bilinç” oluşmadıktan sonra “ Merak “ gerçekten güzel şey midir?

3 Ağustos 2009 Pazartesi

BİR YER . . .

ssa41596Bazen şehir hayatının üzerinize üzerinize geldiği olmuş mudur?

“Çılgın Kalabalıktan Uzak” kır yaşamını özlediğiniz anlar ne kadar sıklıkta?

Tatil deyince akla sadece, deniz, müzik ve eğlencenin gelmediği,

Motor gürültüsü ve egsoz dumanlarından uzak,

Tüm yaz çiçeklerinin kokularının birbirine karıştığı,

Sabahları güne insan sesleriyle değil, kuş cıvıltılarıyla uyanabileceğim, sessizliğin sesini dinleyebileceğim,

Güneşin bulunduğum yeri makul seviyede ısıttığı, yaz sıcağının ve özellikle yaz gecelerinin işkenceye dönüşmediği,

Tertemiz havayı ciğerlerime doldurup, uzun yürüyüşler yapabileceğim,

Üzerimdeki bütün negatif enerjiyi uzaklara gönderip, gün biterken mutluluk sarhoşu olabileceğim bir yer var mıdır acaba çok yakınlarımda?


Çılgın Kalabalıktan Uzak : http://www.netkitap.com/kitap-cilgin-kalabaliktan-uzak-thomas-hardy-can-yayinlari.htm