27 Mart 2015 Cuma

SUÇLU GÜNEŞ TUTULMASI



Geçen cuma güneş tutulması olmuştu ya; Antalya'dan da izlenmişti ve fakat ben o sıralarda yeryüzü tutulması yaşıyor olmalıydım ki bu durum tamamen aklımdan çıkmış. Yoksa ne yapar eder evin çatısına falan çıkar, bu şahane doğa olayını izler bir de fotoğraflardım neyse kaçırdık bir kere ; konumuz da bu değil zaten.

O gün oğlum okuldan eve pek bir heyecanlı döndü. Üzerinde montu yok, okul hırkası çantada sırf gömlekle geldi. "Anne biz bu gün bahçede güneş tutulmasını izledik  çok güzeldi hayatımda ilk kez güneş tutulması izledim "  dedi.

Oysa oğlum doğduğundan beri Türkiye'den izlenebilen ikinci güneş tutulmasıydı bu. İlki o üç yaşındayken gerçekleşmişti ve ben o zaman adım adım izleyip, fotoğraf çekip oğluma yazdığım günlüğün içine koymuştum. O zamanlar günlük yazardım ona. Bir yıldır çok ihmal ettim. Yazsam iyi olacak söz uçunca geriye yazı kalıyor zira.

Çok uzattım, artık konumuza döneyim ...

Cumartesi gecesi çok üşüyorum anne diye uyandı oğlum. Elimi alnına koymamla geri çekmem bir oldu çocuk ateşlenmiş, çatır çatır yanıyordu. Hemen derece ile ateşini ölçtüm ve panik oldum. 39. 7 diydi ateşi ve bebekliğinden beri bu kadar yüksek ateş yaşamamıştı. Ertesi gün pazar, eczaneler kapalı, acile gitsek hastanelerin acil servisi hasta insandan dolup taşıyor daha kötü olma ihtimalimiz yüksek. Bu durumda pazar gününü evde annesel yöntemlerle bir de ateş düşürücü ilaçlarla geçirdim. Ertesi gün doktora gittik tabii, grip ve bademcik enfeksiyonu olmuş. Tedaviye başladık.

İki gün sonra oğlumdan itiraf geldi. Anne ben güneş tutulmasını montsuz, hırkasız falan izledim üstelik çok rüzgar vardı dedi. Eveeet suçluyu bulmuştuk. Suçlu güneş tutulmasıydı !!!

Bu arada oğlumla ben, Bülent Ersoy'un bir zamanlar avaz avaz söylediği şarkısındaki gibi " Aynı bedende can gibiyiz "  hallerinde olduğumuzdan, onun hastalığı bana da geçti.

Sözün özü biz geçen haftayı oğlumla birlikte sürünerek geçirdik. Okullarda ciddi bir salgın var. Benim bir de üzerine bonus olarak larenjit de eklendi. Larenjit yılda bir defa gelir bulur beni. doktorum az konuş, bol sıvı tüket, çorba iç diyor. Sıvı ve çorba tüketimi tamam da, az konuşmak benim için çok zor!!!
Bu aralar böyle.  Hastalıktan başımızı kaldıramıyoruz.
Yine de önümüzdeki günlere umutla bakıyoruz, iyileşeceğiz inşallah :)

Blog yazamama nedenim tamamen budur.
Diğer sosyal medyalara kaymalar, blogu ihmal etmeler falan tamamen konu dışıdır.
İtiraf edeyim ki iyi bir sosyal medya kullanıcısıyım ve fakat blogum benim ilk çocuğum gibi.
Ondan vazgeçmek olmaz. Daha doğrusu yazmasam olmaz. Arada ihmal olabilir, olsun,  e ilk çocuklar daha olgun anlayışlı olur. Blogum da anlar beni.

Hadi ben kaçayım artık, tavuk suyuna çorba pişireyim kendime, zencefilli kabuk tarçınlı çaylar falan yapayım. Laf aramızda bu yukarıda fotoğrafını gördüğünüz zencefilli kabuk tarçınlı çay ile pek sevdik birbirimizi ...

Hafta sonumuz mutlu geçsin :)



18 Mart 2015 Çarşamba

HER HAYAT BİR ROMANDIR ASLINDA ...




Fikriye, 1916 yılında, 2. kızını da kucağına aldığında, henüz 17 yaşındaydı ve bu dünyadaki misafirliğinin sadece 12 yıl süreceğini bilmiyordu.

İstanbul Yedikule’de bir konakta otururlardı. Yüzü medeniyete dönük bir anne ve babanın iki kızının küçük olanı idi Fikriye.

Dümdüz siyah saçlara, kestane kahvesi gözlere sahip olan ablasının tam tersine, dalgalı açık kumral saçları, bembeyaz teni ve ela gözleriyle ilk bakışta dikkatleri üzerine çeken bir genç kızdı.

İbrahim Ethem ile çocukluktan beri tanırlardı birbirlerini. Pırıl pırıl bir gençti İbrahim Ethem.”

Uzun yıllar var ki beğenirdi Fikriye’yi, zamanla bu beğeni aşka dönüşmüştü.
Fikriye de çocukluğundan beri tanıdığı İbrahim Ethem’i gördüğünde yüreğinin daha farklı bir biçimde attığını hissetmekteydi ne zamandır.

Çocukluktan genç kızlığa adım atma yaşlarındaydı, o zamanlar erken evlendirilirdi kızlar. Evlilik kararlarını da aileler verirdi.
Babası da, çok beğenirdi İbrahim Ethem’i - “ Bu çocuk gelecek vaat ediyor” derdi de başka bir şey demezdi.

Sonunda evlendiler. Evlendikten sonra daha da çok sevdi eşini Fikriye.

Evlendikten yaklaşık 1 yıl sonra ilk kızını, kızının doğumundan sadece 11 ay sonra da ikinci kızını kucağına aldı.

İkisi de çocuklarıyla birlikte mutluydular.
Çocukluk aşkı evliliğe dönüşmüş ve meyvelerini vermişti bile ancak onların mutluluğu devam ederken, dünya gergin günler yaşıyordu.

Fikriye’nin büyük kızını kucağına aldığı günlerde, tarih ince ince yazılıyor ve dünya ilk kez 4 yıl sürecek büyük bir savaş görmeye hazırlanıyordu. Osmanlı Devleti ise sancılı bir dönemden geçiyordu.

Hayat Fikriye’ye, İbrahim Ethem ve iki bebeğe neler sunacaktı? Henüz kimse bilmiyordu.

Fikriye’nin kızları 4 ve 2 yaşlarında iken, eşi askere gitme kararı aldı.

Gitmesinden bir gece önce ailecek güzel vakit geçirdiler.

Kızlar, babalarının gideceğini hissetmişlerdi ve o gece babalarının kucağından inmek bilmediler. İki kız, öpücük yağmuruna tutmuşlardı babalarını. Fikriye, olan bitenden çok söz etmedi çocuklarına, babalarının nereye gittiğini hissettirmemeye çalıştı.

Ertesi sabah, sımsıkı sarıldı eşine, - “ Bizi hiç unutma “ diyerek.
İbrahim Ethem, kızlarını öptü, karısına sarılarak, heyecanla - “ Göreceksin, her şey daha güzel olacak, geçecek bu günler” dedi ve yola çıktı.

Eşinin yüzünde kararlı ve söylediklerine inanan bir ifade vardı.
Söylediklerinde haklıydı, ancak her şeyin daha güzel olmasına henüz, zorluklarla geçecek birbirinden uzun 5 yıl vardı.

Bu anları kızlar, -özellikle büyük kız- gelecekte hayal meyal hatırlayacak, hatırladıklarını annelerinin eski Türkçe yazdığı günlüğe benzer yazıları ile birleştirerek belleklerinde saklayacaklardı.

Gittiği yerlerden geri dönemedi İbrahim Ethem.
Uzun süre haber de alamadılar. Özlemin, merakla sarmaş dolaş olduğu bir dönemde şehit olduğu haberi geldi..

Hayata küstü, kendine küstü Fikriye. Oysa acısını yüreğinde saklamak zorundaydı. Çocukları için hayatta kalmalıydı. Üzerinde yaşadığı topraklar güzel günler görecekti. Mustafa Kemal’in askerlerinden biriydi kocası, vatanı için şehit olmuştu. Bir yanı hiç unutamadı, diğer yanı hep gurur duydu İbrahim Ethem’le.

Güzel, gösterişli, genç bir kadındı.
Herkesin dikkatini çekiyordu. Bunlardan biri de yeni taşındıkları mahalledeki en yakın komşularının erkek kardeşi Hakkı Bey’di. Görür görmez aşık olmuştu Fikriye’ye. O’nun iki çocukla yalnız kalış hikayesini dinleyince, saygı duydu, sabırla, incitmeden beklemeye başladı.

Fikriye, İbrahim Ethem’in ölümünden yaklaşık 8 yıl sonra, kendisini büyük bir sabırla bekleyen Hakkı Bey ile evlenmeye karar verdi.

Evlendiği gün, geçmişi düşündü.

Savaş çoktan bitmiş, 600 yıllık bir imparatorluk çökmüş, imparatorluğun küllerinden yepyeni bir cumhuriyet kurulmuş, her şey değişmişti.

Yıllar önce İbrahim Ethem’in söylediği sözleri ve yüzündeki o kararlı ifadeyi hatırladı, gerçekten artık “ Her şey daha güzeldi”. Oysa sevdiği adam yanında değildi ve şimdi sadece saygı duyduğu biri ile, iki kızı yanında yeni bir hayat kurmak üzereydi.

O ara uzun zamandır yakasını bırakmayan şiddetli öksürükler de başına dert olmuştu.
Narindi Fikriye, geçirdiği şiddetli soğuk algınlığının iyileşmesi uzun zaman alacaktı herhalde.

Evlendikten 1 yıl sonra hamile olduğunu fark etti. Hamileydi ama baş belası öksürük hiç yakasını bırakmıyordu.

Öksürüğün nedenini bulmak için çeşitli tetkikler yapıldı.Bir süre sonra yapılan tetkikler sonucunu verdi. Fikriye “verem”di.

Çocuğu doğurması sakıncalıydı. İnat etti, ve o haliyle dünyaya bir kız çocuk daha getirdi. Kendi gibi, beyaz tenli bir kızdı bebeği.

Doğumdan sonra 40 gün daha direnebildi Fikriye. Bebeğinin kırkının çıktığı gün, O’nun da dünyadaki serüveni , henüz 29 yaşında iken sona erdi.
Gökyüzünde kayan bir yıldız kadar kısa sürmüştü hayatı.

Küçük kız hiç bilemedi, tanıyamadı annesini.
Yıllar önce dünyaya gelen ablaları anne oldular bebeğe.
Büyüyüp genç kız olduğu zamanlarda, “ Annem nasıl bir kadındı ?“ diye sorduğunda ablaları, “Aynaya bak, gördüğün yüz annemizin yüzüdür” dediler. Annesini hiç tanımayan kız şaşılacak derecede Fikriye’ye benziyordu.

***


Aradan çok çok uzun yıllar geçti .
Üç kız büyüdüler, evlendiler, hepsinin çocukları, torunları oldu.
Fikriye’nin ortanca kızının torunlarından biri – çocukluğundan beri anılara en düşkün olanı- , büyük anneannesinin kısacık ve hüzünlü hikayesini annesinden, anneannesinden, hatta dedesinden yıllarca hep dinledi.
O’nun anısını yaşatmak için her zaman bir şeyler yapmak istedi.

Ölümünün üzerinden yaklaşık 80 yıl geçmiş, albümlerde bir tek fotoğrafı bile bulunmayan Fikriye için ne yapabileceğini düşündü düşündü ve ortaya bu yazı çıktı.

***

Fikriye’nin büyük kızı 1986, ortanca kızı da  (anneannem ) 1989 yılında bu dünyadan ayrıldılar.
Kendine benzeyen, annesiz büyüyen küçük kız ise şimdi 80' li  yaşlarının sonunda.

Aslında uzunmuş gibi görünen, bir ömrün sığdığı -hayat-larımız ne kadar kısa değil mi?
Uçsuz bucaksız bir evren üzerinde minicik bir noktayız hepimiz ...

9 Mart 2015 Pazartesi

BİR BEN MİYİM TUHAF



 Artık bazı yazarları okuyamıyorum !!!
Nedenini çok düşündüm.

Belki zaman içinde okuma kriterlerim değişti, belki yazar yeni romanlarında kendini sürekli tekrar etti, belki okuma hızıma ara veremiyorum; eskiden bayıla bayıla okuduğum yazarları artık okuyamaz oldum ben !!!!

Çok değil bundan beş on  yıl önce yeni kitapları çıksın diye gözünün içine baktığım yazarlar artık ilgimi çekmiyor.
Zaten tuhaf da bir huyum vardır benim.
Diyelim ki bir yazarın bir romanını beğendim, ardı ardına bütün kitapların alıp okumam . Haa eğer yazarı beğendiysem mutlaka diğer kitaplarını alır kitaplığıma koyar ve yavaş yavaş okurum.

Bu artık okuyamadığım yazarlara benden giden yazarlar adını koydum kendimce.
 Bu yazarların Türk yazar olması da daha çok düşündürüyor beni.

Bu arada benimle kalan yazarlarım da var elbette. Ne yazarsa gözüm kapalı okurum dediğim ve gerçekten de okuduğum.
Isebel Allende bunlardan biri. Okumaktan hiç vazgeçemeyeceğim  bir yazar benim için. Son romanı Cinayet Oyunu'nu okuyorum, muhteşem gidiyor şimdilik.

Bu durum doğru mu değil mi, herkesin başına geiliyor mu, yoksa tuhaflık bende mi  bilmiyorum ?

İnsan sürekli değişim içinde olduğundan değişmiş olabilirim.
Şimdilik böyle teselli ediyorum kendimi :)