27 Aralık 2008 Cumartesi

Savaşçılık Oyunu

- “ Eller yukarı anne!!!
Savaşçılık oynayacağız!!! “

- Ben savaşlı, silahlı oyunlar oynamak istemiyorum oğlum.

- Ama, ama söz vermiştin; hani akşam sen eve gelince oyun oynayacaktık?

- Tamam söz verdim oynamak için ama savaşçılık oyunu değil annem.

- Neden anne? Savaş çok mu kötü?

- Evet yavrum.

- Savaşta insanlar ölüyor di mi anne?

- Evet yavrum.

- O zaman çocuklar babasız da kalıyordur ?

- Kalıyor oğlum, hatta bazen anneler de çocuksuz kalabiliyor.

- Tamam o zaman biz de savaşçılık oynamayalım anne.

- Anne aklıma bir şey daha geldi; peki savaşı kim çıkartıyor?

- Bir biri ile anlaşamayan ülkeler oğlum.

- O zaman ülkeler de savaş gibi kötü mü anne?

- . . . . . . !!!!!!

“ Artık her ne kadar umudumu yitirmiş olsam da her şeye rağmen çocuklarımıza , gelecekte savaşın olmadığı, her köşesinde barışın hüküm sürdüğü yaşanası bir dünya bırakabilmek umudu ile…”
Fotoğraf : http://www.deviantart.com/

Savaşçılık Oyunu








- “ Eller yukarı anne!!!
Savaşçılık oynayacağız!!! “

- Ben savaşlı, silahlı oyunlar oynamak istemiyorum oğlum.

- Ama, ama söz vermiştin; hani akşam sen eve gelince oyun oynayacaktık?

- Tamam söz verdim oynamak için ama savaşçılık oyunu değil annem.

- Neden anne? Savaş çok mu kötü?

- Evet yavrum.

- Savaşta insanlar ölüyor di mi anne?

- Evet yavrum.

- O zaman çocuklar babasız da kalıyordur ?

- Kalıyor oğlum, hatta bazen anneler de çocuksuz kalabiliyor.

- Tamam o zaman biz de savaşçılık oynamayalım anne.

- Anne aklıma bir şey daha geldi; peki savaşı kim çıkartıyor?

- Bir biri ile anlaşamayan ülkeler oğlum.

- O zaman ülkeler de savaş gibi kötü mü anne?

- . . . . . . !!!!!!

“ Artık her ne kadar umudumu yitirmiş olsam da her şeye rağmen çocuklarımıza , gelecekte savaşın olmadığı, her köşesinde barışın hüküm sürdüğü yaşanası bir dünya bırakabilmek umudu ile…”


Fotoğraf : http://www.deviantart.com/

25 Aralık 2008 Perşembe

Çayır Güzeli

O zamanın parasıyla “Yirmi beş kuruş” isterdi yanına yaklaştığı insanlardan.

Hem de öylesine işveli ve kibar bir şekilde yapardı ki bunu, acımayla karışık, değişik bir gizem duygusu uyandırırdı “yirmi beş kuruş” u istediği insanlar üzerinde.

Vakur, vaktiyle görmüş geçirmiş, asil bir duruşu vardı. 55 belki de 60 yaşlarındaydı.

Hangi kuaförden bulduğunu bilmediğim bir peruk takardı bazen. Kırmızının en keskin tonundan, ruj, allık ve oje sürer; eski, yıpranmış ama bir dönem çok da kaliteli olduğu her halinden belli olan kıyafetleriyle, Altı yol’dan Bahariye Caddesi’ne ve bazen Moda İlkokulu’nun önüne kadar, işveyle, edayla yürürdü.

Ara sıra şen kahkahalar atsa da, yeşil gözlerinde her daim saklı bir hüzün vardı.

Üzerlerinde büyük büyük çiçeklerin olduğu kocaman şapkalar takardı başına.
Bazen hasırdan olurdu bu şapkalar, bazen daha farklı biçimde. Şapkaları kendinle bütünleşmiş gibiydi.

Giysileri çok eski ve yıpranmış olmasa, büyük bir davete gittiğini bile düşünebilirdik, havasından, endamından.

Gözüne kestirdiği birilerinden, son derece kibar bir şekilde “ Yirmi beş kuruşun var mı şekerim?” diye para isterdi. Fazla para değil asla, sadece ama sadece“yirmi beş kuruş”. Fazlasını almazdı zaten.

O’nu tanıdığım dönemde, ilk okula başlamamıştım henüz.

Annemle sokağa çıktığımız her zaman, bir şekilde rastlardık O’na.
Cadıya benzetirdim çocuk gözlerimle, her an süpürgesine binip gidecekmiş gibi bir izlenim bırakırdı üzerimde. Yanımızdan geçip giderken, daha bir sıkı tutardım annemin elini.

Çocukken korkardım da, biraz büyümeye başlayınca çok sevmiştim O’nu.
1960’lı ve 1970’ li yıllarını, Kadıköy’ de Bahariye Caddesi, Altı yol ve Moda ‘da geçirenlerin çok iyi hatırlayacakları biriydi.

“Çayır Güzeli” ydi adı.

Birbirinden farklı hikayeler anlatılırdı O’nun için.

- Bir rivayete göre çok zengin bir ailenin kızıyken, çıkan bir yangın, nesi varsa alıp götürmüştü hayatından, akıl sağlığı da dahil.
- Başka bir rivayete göre, eşi pilotmuş, çok da severlermiş karı koca birbirlerini.Gel zaman git zaman, eşini bir uçak kazasında kaybetmiş. Toparlayamamış bir daha kendini.

- Atatürk’e aşık olduğunu, aşkına karşılık bulamadığından bu hallere düştüğünü söyleyenler bile vardı o zamanlar.
Sonra sonra, hayatını, yıkık dökük bir evde geçirdiğini, civardaki insanların verdiği yiyeceklerle karnını doyurduğunu, asıl adının Adalet olduğunu öğrendim.

Hakkında söylenen bu rivayetlerin hangisinin doğru olduğunu ise hiçbir zaman bilemedim.

70’li yılların sonu muydu, yoksa 80’li yıllar devam ederken miydi şimdi net olarak hatırlamıyorum, görünmez oldu “Çayır Güzeli”.

Öldü dediler.

Gerçekte kimdi, neydi, neler yaşadı da bu hale geldi; hiç birimiz öğrenemedik.

Yıllar sonra O’ndan geriye, süslü kıyafetleri, değişik şapkaları ve abartılı makyajının içine saklanmış hüzünlü kadın anıları kaldı.

 

 
fotoğraf : http://www.%20deviantart.com/

Çayır Güzeli


“ÇAYIR GÜZELİ”

O zamanın parasıyla “Yirmi beş kuruş” isterdi yanına yaklaştığı insanlardan.

Hem de öylesine işveli ve kibar bir şekilde yapardı ki bunu, acımayla karışık, değişik bir gizem duygusu uyandırırdı “yirmi beş kuruş” u istediği insanlar üzerinde.

Vakur, vaktiyle görmüş geçirmiş, asil bir duruşu vardı. 55 belki de 60 yaşlarındaydı.

Hangi kuaförden bulduğunu bilmediğim bir peruk takardı bazen. Kırmızının en keskin tonundan, ruj, allık ve oje sürer; eski, yıpranmış ama bir dönem çok da kaliteli olduğu her halinden belli olan kıyafetleriyle, Altı yol’dan Bahariye Caddesi’ne ve bazen Moda İlkokulu’nun önüne kadar, işveyle, edayla yürürdü.

Ara sıra şen kahkahalar atsa da, yeşil gözlerinde her daim saklı bir hüzün vardı.

Üzerlerinde büyük büyük çiçeklerin olduğu kocaman şapkalar takardı başına.
Bazen hasırdan olurdu bu şapkalar, bazen daha farklı biçimde. Şapkaları kendinle bütünleşmiş gibiydi.

Giysileri çok eski ve yıpranmış olmasa, büyük bir davete gittiğini bile düşünebilirdik, havasından, endamından.

Gözüne kestirdiği birilerinden, son derece kibar bir şekilde “ Yirmi beş kuruşun var mı şekerim?” diye para isterdi. Fazla para değil asla, sadece ama sadece“yirmi beş kuruş”. Fazlasını almazdı zaten.

O’nu tanıdığım dönemde, ilk okula başlamamıştım henüz.

Annemle sokağa çıktığımız her zaman, bir şekilde rastlardık O’na.
Cadıya benzetirdim çocuk gözlerimle, her an süpürgesine binip gidecekmiş gibi bir izlenim bırakırdı üzerimde. Yanımızdan geçip giderken, daha bir sıkı tutardım annemin elini.

Çocukken korkardım da, biraz büyümeye başlayınca çok sevmiştim O’nu.


1960’lı ve 1970’ li yıllarını, Kadıköy’ de Bahariye Caddesi, Altı yol ve Moda ‘da geçirenlerin çok iyi hatırlayacakları biriydi.

“Çayır Güzeli” ydi adı.

Birbirinden farklı hikayeler anlatılırdı O’nun için.

- Bir rivayete göre çok zengin bir ailenin kızıyken, çıkan bir yangın, nesi varsa alıp götürmüştü hayatından, akıl sağlığı da dahil.


- Başka bir rivayete göre, eşi pilotmuş, çok da severlermiş karı koca birbirlerini.Gel zaman git zaman, eşini bir uçak kazasında kaybetmiş. Toparlayamamış bir daha kendini.

- Atatürk’e aşık olduğunu, aşkına karşılık bulamadığından bu hallere düştüğünü söyleyenler bile vardı o zamanlar.


Sonra sonra, hayatını, yıkık dökük bir evde geçirdiğini, civardaki insanların verdiği yiyeceklerle karnını doyurduğunu, asıl adının Adalet olduğunu öğrendim.

Hakkında söylenen bu rivayetlerin hangisinin doğru olduğunu ise hiçbir zaman bilemedim.

70’li yılların sonu muydu, yoksa 80’li yıllar devam ederken miydi şimdi net olarak hatırlamıyorum, görünmez oldu “Çayır Güzeli”.

Öldü dediler.

Gerçekte kimdi, neydi, neler yaşadı da bu hale geldi; hiç birimiz öğrenemedik.

Yıllar sonra O’ndan geriye, süslü kıyafetleri, değişik şapkaları ve abartılı makyajının içine saklanmış hüzünlü kadın anıları kaldı.



5 Aralık 2008 Cuma

ESKİ FOTOĞRAFLAR

Yorgun, ağlamaktan gözleri şişmiş bir halde geldiği, çocukluğunun geçtiği evde, evin eşyalarına bakarken, bundan sonra hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını düşündü kadın.
Acımasızca ilerliyordu yıllar. Çocukluğu, genç kızlığı çoktan geride kalmıştı.
Aralarında çok fazla yaş farkı olmayan ikisi kız, biri erkek üç kardeştiler ve hepsi çoktan çoluk çocuğa karışmışlardı.
O gün hepsinin hayatlarında bir dönüm noktası yaşanıyordu; zaman durmuştu.

İçerideki kalabalığın hiçbir önemi yoktu gözünde, uğultu gibi geliyordu tüm sesler.
Acısı o kadar büyüktü ki konuşulanları bile anlayacak halde değildi.
Kalabalık ortasında tek başınaydı, suskundu.
Gözlerinden sessiz sessiz akan yaşlar, konuşmasına da engel oluyordu. Konuşmak da gelmiyordu zaten içinden.

Derken dua başladı.
Duayı okuyan hocanın davudi ses tonu biraz içini ferahlatıyordu hepsi o kadar. Bu dualar annesi içindi.
Sonunda bitti dua. Herkes yanına geldi, başsağlığı dileklerini kabul etti, taziyeye gelenler yavaş yavaş gitmeye başladılar. Şimdi çocukluğunun geçtiği evde anıları ile baş başaydı.

Birkaç yıl önce başlamıştı annesinin hastalıkları. Rutin doktor kontrolleri, düzenli ölçülen şeker ve tansiyonlar başlangıçta yaşam kalitesini arttırmayı sağlıyordu. Zaman geçtikçe daha da ilerledi şikayetleri annesinin.
Üç kardeş, hiçbir fedakarlıktan kaçınmadılar anneleri için.

Her ne yapılırsa yapılsın, o kaçınılmaz son onların da başına gelmişti işte. Artık yoktu annesi.
Cenaze evden çıkarken “ Götürmeyin annemi, bırakın “ diye ağladığını ne o sırada, ne de daha sonra hatırlamadı.

Herkes gittikten, ortalık biraz sakinleştikten sonra annesinin yatak odasına gitti.
Kenarları sedef işlemeli ahşap dolabını açtı. Annesinin gözü gibi sakladığı albümünü buldu, sayfaları karıştırmaya başladı.

Bayramlık kıyafetlerle çekilmiş 3 çocuğun fotoğrafını gördü. Başlarında beyaz kurdelesi ve bayramlıkları ile kendisi, kız kardeşi, kısa pantolonu ve gömleği ile erkek kardeşinden başkası değildi bu üç çocuk.

O bayram gününü hiç unutmamıştı.

“ O yıl babasının kronikleşen hastalığı uzunca bir aradan sonra yeniden tekrar etmişti.
O sırada annesi bayramda giysinler diye “bayramlık” giysi dikiyordu kızlarına ve küçük oğluna.
Dikişlerin bitmesine az kalmıştı ki babalarının hastaneye yatırılmasına karar verilmişti.
Annesi apar topar çocukları ablasının evine bırakmıştı ve üç gün sonra bayramdı.
Özeldi o zamanlar bayramlar. O zamanın çocukları için bayram yeni giysi, ütülü mendil ve şeker demekti. Bu sefer farklı bir bayram olacaktı. Biri 10, diğerleri 8 ve 4 yaşlarında üç çocuk annesiz, babasız, bayramlıklarını giymeden geçireceklerdi bu bayramı.

Bayram sabahı teyzeleri elinde büyük bir paketle yanlarına geldi çocukların. - “ Hadi bakalım, bunlar sizin; anneniz hastaneye giderken bıraktı bunları bayramda giyin diye” dedi.
Önce paketin içindeki beyaz kurdeleleri gördü 10 yaşındaki kız, sonra kardeşi ve kendisinin elbiselerini, erkek kardeşinin kısa pantolonunu, gömleğini ve hepsine alınmış yeni ayakkabılarını, temiz beyaz çoraplarını.

Anneleri o telaşın arasında bayramda çocuklarının boynu bükük kalmasın diye hazırlamıştı bayramlıklarını, “ Demek hastaneye yatmadan önce sabaha kadar bu yüzden uyumadı annem giysileri bitirmek için ,, diye düşündü kız.
Albümde gördüğü fotoğraf da o günün anısıydı. Babası iyileştikten sonra o giysileri yeniden giyip fotoğrafçıda çektirmişlerdi.”

Göz yaşlarını sildi kadın, odadan çıktı. Birkaç gün öncesini düşündü, annesini son gördüğü günü.
- “ Kızım, helal edin hakkınızı, çok uğraştınız benle “ demişti.
- “ O nasıl söz anneciğim, asıl sen helal et hakkını “ diyerek cevaplamıştı annesini.
Annesinin verdiği cevabı yıllar geçse de unutması mümkün olmadı :-“ Benim hakkım size hep helal yavrum,,

* * * * * * *

Annesi gideli 20 yıl oldu. Şimdilerde annesinin o zamanlar ki yaşlarına yaklaşmaya başladı.
Her yıl anneler günü geldiğinde, o özel günü nasıl geçireceğini bilemedi.
O zamandan bu güne her yıl anneler günü kutlanırken acısını kimse dindiremedi.
Çocukları ve en sevdiği torunları bile deva olamadılar kalbindeki durup durup kanayan yaraya.
Annesiz kalmanın yaşı olmazmış, anladı.
Annesini hiç unutamadı.

* * * * * * *

Not: Anneanneciğim, 20 yıl önce bu ay gitmiştin.
Gördüğün gibi, çocukların da torunların da seni unutmadılar.

Ölüm yok anneanne, ölünmüyor.

Sen bizimlesin her zaman, farkındasındır belki sen de gittiğin yerlerden bizi izlerken.

Taşıdığımız genlerdesin,- en sevdiğin torunlarından birinin sen gittikten on üç yıl sonra doğan kızı sana çok benziyor-

Yaptığımız yemeğin tadında senin yemeklerinin tadını ararken bizimlesin.

Çilek, kayısı, vişne reçeli kokusu, fesleğen ve taze nane kokusu hep hatırlatır seni.
Onlar olmasa, anılar, eski fotoğraflar rahat bırakmaz bizi.

Ölüm yok anneanne, ölünmüyor.

ESKİ FOTOĞRAFLAR






Yorgun, ağlamaktan gözleri şişmiş bir halde geldiği, çocukluğunun geçtiği evde, evin eşyalarına bakarken, bundan sonra hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını düşündü kadın.
Acımasızca ilerliyordu yıllar. Çocukluğu, genç kızlığı çoktan geride kalmıştı.
Aralarında çok fazla yaş farkı olmayan ikisi kız, biri erkek üç kardeştiler ve hepsi çoktan çoluk çocuğa karışmışlardı.
O gün hepsinin hayatlarında bir dönüm noktası yaşanıyordu; zaman durmuştu.

İçerideki kalabalığın hiçbir önemi yoktu gözünde, uğultu gibi geliyordu tüm sesler.
Acısı o kadar büyüktü ki konuşulanları bile anlayacak halde değildi.
Kalabalık ortasında tek başınaydı, suskundu.
Gözlerinden sessiz sessiz akan yaşlar, konuşmasına da engel oluyordu. Konuşmak da gelmiyordu zaten içinden.

Derken dua başladı.
Duayı okuyan hocanın davudi ses tonu biraz içini ferahlatıyordu hepsi o kadar. Bu dualar annesi içindi.
Sonunda bitti dua. Herkes yanına geldi, başsağlığı dileklerini kabul etti, taziyeye gelenler yavaş yavaş gitmeye başladılar. Şimdi çocukluğunun geçtiği evde anıları ile baş başaydı.

Birkaç yıl önce başlamıştı annesinin hastalıkları. Rutin doktor kontrolleri, düzenli ölçülen şeker ve tansiyonlar başlangıçta yaşam kalitesini arttırmayı sağlıyordu. Zaman geçtikçe daha da ilerledi şikayetleri annesinin.
Üç kardeş, hiçbir fedakarlıktan kaçınmadılar anneleri için.

Her ne yapılırsa yapılsın, o kaçınılmaz son onların da başına gelmişti işte. Artık yoktu annesi.
Cenaze evden çıkarken “ Götürmeyin annemi, bırakın “ diye ağladığını ne o sırada, ne de daha sonra hatırlamadı.

Herkes gittikten, ortalık biraz sakinleştikten sonra annesinin yatak odasına gitti.
Kenarları sedef işlemeli ahşap dolabını açtı. Annesinin gözü gibi sakladığı albümünü buldu, sayfaları karıştırmaya başladı.

Bayramlık kıyafetlerle çekilmiş 3 çocuğun fotoğrafını gördü. Başlarında beyaz kurdelesi ve bayramlıkları ile kendisi, kız kardeşi, kısa pantolonu ve gömleği ile erkek kardeşinden başkası değildi bu üç çocuk.

O bayram gününü hiç unutmamıştı.

“ O yıl babasının kronikleşen hastalığı uzunca bir aradan sonra yeniden tekrar etmişti.
O sırada annesi bayramda giysinler diye “bayramlık” giysi dikiyordu kızlarına ve küçük oğluna.
Dikişlerin bitmesine az kalmıştı ki babalarının hastaneye yatırılmasına karar verilmişti.
Annesi apar topar çocukları ablasının evine bırakmıştı ve üç gün sonra bayramdı.
Özeldi o zamanlar bayramlar. O zamanın çocukları için bayram yeni giysi, ütülü mendil ve şeker demekti. Bu sefer farklı bir bayram olacaktı. Biri 10, diğerleri 8 ve 4 yaşlarında üç çocuk annesiz, babasız, bayramlıklarını giymeden geçireceklerdi bu bayramı.

Bayram sabahı teyzeleri elinde büyük bir paketle yanlarına geldi çocukların. - “ Hadi bakalım, bunlar sizin; anneniz hastaneye giderken bıraktı bunları bayramda giyin diye” dedi.
Önce paketin içindeki beyaz kurdeleleri gördü 10 yaşındaki kız, sonra kardeşi ve kendisinin elbiselerini, erkek kardeşinin kısa pantolonunu, gömleğini ve hepsine alınmış yeni ayakkabılarını, temiz beyaz çoraplarını.

Anneleri o telaşın arasında bayramda çocuklarının boynu bükük kalmasın diye hazırlamıştı bayramlıklarını, “ Demek hastaneye yatmadan önce sabaha kadar bu yüzden uyumadı annem giysileri bitirmek için ,, diye düşündü kız.
Albümde gördüğü fotoğraf da o günün anısıydı. Babası iyileştikten sonra o giysileri yeniden giyip fotoğrafçıda çektirmişlerdi.”

Göz yaşlarını sildi kadın, odadan çıktı. Birkaç gün öncesini düşündü, annesini son gördüğü günü.
- “ Kızım, helal edin hakkınızı, çok uğraştınız benle “ demişti.
- “ O nasıl söz anneciğim, asıl sen helal et hakkını “ diyerek cevaplamıştı annesini.
Annesinin verdiği cevabı yıllar geçse de unutması mümkün olmadı :-“ Benim hakkım size hep helal yavrum,,

* * * * * * *

Annesi gideli 20 yıl oldu. Şimdilerde annesinin o zamanlar ki yaşlarına yaklaşmaya başladı.
Her yıl anneler günü geldiğinde, o özel günü nasıl geçireceğini bilemedi.
O zamandan bu güne her yıl anneler günü kutlanırken acısını kimse dindiremedi.
Çocukları ve en sevdiği torunları bile deva olamadılar kalbindeki durup durup kanayan yaraya.
Annesiz kalmanın yaşı olmazmış, anladı.
Annesini hiç unutamadı.

* * * * * * *

Not: Anneanneciğim, 20 yıl önce bu ay gitmiştin.
Gördüğün gibi, çocukların da torunların da seni unutmadılar.
Ölüm yok anneanne, ölünmüyor.
Sen bizimlesin her zaman, farkındasındır belki sen de gittiğin yerlerden bizi izlerken.

Taşıdığımız genlerdesin,- en sevdiğin torunlarından birinin sen gittikten on üç yıl sonra doğan kızı sana çok benziyor-
Yaptığımız yemeğin tadında senin yemeklerinin tadını ararken bizimlesin.
Çilek, kayısı, vişne reçeli kokusu, fesleğen ve taze nane kokusu hep hatırlatır seni.
Onlar olmasa, anılar, eski fotoğraflar rahat bırakmaz bizi.

Ölüm yok anneanne, ölünmüyor.

2 Aralık 2008 Salı

"Eylül" ün düşündürdükleri

Blog sayfalarında gördüğüm en keyifli oyun bence.

“Beenmaya”nın sayfasında gördüm ilkin, sonra “Aydan atlayan kedi” ve “Nily”de.
Çıkış kaynağı tam olarak kime ait, ilham perisi kim bilemedim bu keyifli oyunun.

Ben de oynamak istedim kendimce.

Oyunun kuralları mı çok basit :

* Kendinize en yakın kitabı alın.
* Sayfa 56yı açın. Beşinci cümleyi bulun.
* Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlayın.
* En sevdiğiniz, en moda kitabı seçmeyin, en yakınınızdakini alın.
“ Hayatlarını daha güzel ve düzenli hale getirmeye uğraştığı için pek çok çalışarak yoruluyordu.”

 

Kendime baktım da bu cümleyi okuyunca; benim koşuşturmalarım hep şu yönde:

- Aman çocuğun okul zamanı,
- Ders çalışması gerek
- Dün akşam yine öksürdü mü bu oğlan?
- Annemin ilaçları bitmiş,
- Babamın doktor kontrolü yaklaşmış, randevu almak lazım,
- Temizlik yapmam lazım,
- Akşama ne pişirsem?
- ….
- ….
- ….

Uğraşmalarımız, günlük hayatın içindeki koşuşturmalarımız hayatlarımızı daha güzel ve düzenli hale getirmek için mi gerçekten?

Yoksa gündelik yaşamın rutin akışına mı kaptırdık kendimizi?

Peki bu kadar koşuşturma ve bu kadar uğraşmaların yanında, ya bizim beklentilerimiz ne olacak?

Kendimizi ne zaman yaşayacağız?
Sahi, ben kendim için ne yapıyorum????
*****
Bu güzel mim için, mimin çıkış kaynağı olan arkadaşıma ve sayfalarında bu mimi gördüğüm Nily, Sln, Beenmaya, Aydan atlayan Kedi, hızla koşarken fren basıp durmama neden olduğunuz için hepinize çok teşekkür ederim.

Not: Elimin altındaki ilk kitaptı “ Eylül ”
Türk Edebiyatı’nın ilk psikolojik romanlarından biri.
Konusu ile benim yazımın konusunun hiçbir ilgisi yok bu arada.
Eylül’ü ayrıca bir başka yazımda anlatmayı düşünüyorum.
Kitap Resmi: http://www.kitapblog.org/154/yazarlar/mehmet-rauf/eylul-mehmet-rauf.html

"Eylül" ün düşündürdükleri



Blog sayfalarında gördüğüm en keyifli oyun bence.

“Beenmaya”nın sayfasında gördüm ilkin, sonra “Aydan atlayan kedi” ve “Nily”de.
Çıkış kaynağı tam olarak kime ait, ilham perisi kim bilemedim bu keyifli oyunun.
Ben de oynamak istedim kendimce.

Oyunun kuralları mı çok basit :

* Kendinize en yakın kitabı alın.
* Sayfa 56yı açın. Beşinci cümleyi bulun.
* Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlayın.
* En sevdiğiniz, en moda kitabı seçmeyin, en yakınınızdakini alın.


Hayatlarını daha güzel ve düzenli hale getirmeye uğraştığı için pek çok çalışarak yoruluyordu.”



Kendime baktım da bu cümleyi okuyunca; benim koşuşturmalarım hep şu yönde:
- Aman çocuğun okul zamanı,
- Ders çalışması gerek
- Dün akşam yine öksürdü mü bu oğlan?
- Annemin ilaçları bitmiş,
- Babamın doktor kontrolü yaklaşmış, randevu almak lazım,
- Temizlik yapmam lazım,
- Akşama ne pişirsem?
- ….
- ….
- ….

Uğraşmalarımız, günlük hayatın içindeki koşuşturmalarımız hayatlarımızı daha güzel ve düzenli hale getirmek için mi gerçekten?

Yoksa gündelik yaşamın rutin akışına mı kaptırdık kendimizi?

Peki bu kadar koşuşturma ve bu kadar uğraşmaların yanında, ya bizim beklentilerimiz ne olacak?

Kendimizi ne zaman yaşayacağız?
Sahi, ben kendim için ne yapıyorum????

*****
Bu güzel mim için, mimin çıkış kaynağı olan arkadaşıma ve sayfalarında bu mimi gördüğüm Nily, Sln, Beenmaya, Aydan atlayan Kedi, hızla koşarken fren basıp durmama neden olduğunuz için hepinize çok teşekkür ederim.

Not: Elimin altındaki ilk kitaptı “ Eylül ”
Türk Edebiyatı’nın ilk psikolojik romanlarından biri.
Konusu ile benim yazımın konusunun hiçbir ilgisi yok bu arada.
Eylül’ü ayrıca bir başka yazımda anlatmayı düşünüyorum.

27 Kasım 2008 Perşembe

VEDA

Bu gece, seninle birlikte geçireceğimiz son gecemiz.

Yarın, yeni gün başladığında yollarımız tamamen ayrılmış olacak.

Bu ayrılığa nasıl dayanırım? Bilmiyorum…

Bildiğim, sensiz hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağı.

Yokluğuna alışmak hiç kolay olmayacak.

Hayatıma ilk girdiğin zamanları düşünüyorum da, ne güzel günlerdi o günler.

Ne yazık… Yeni gün başlarken anıya dönüşecek her şey.

Önceleri hiç ısınamamıştım sana, kısa bir süre sonra ne olduğunu anlayamadan kendimden bir parça oluverdin.

Sonra da; hep gurur duydum seninle.

Yaşım ilerledikçe sen bana hep kendimi özel hissettirdin.

Evlenip, anne olduktan sonra da en büyük destekçim oldun, bunu inkar etmem mümkün değil.

Bebeklerim ağlarken ve o ağlamaları kimse susturamazken sen bir çırpıda susturmayı başarırdın el kadar bebekleri.

Özel, farklı bir şeyler vardı sende.

Düşünüyorum da çok erken ayrılıyoruz. Sensizlik, yokluğuna alışmak kolay olmayacak.

Kabullenemiyorum aslında bu ayrılığı.

Tuhaf bir duygu bu.

Nedir bunun adı? Alışkanlık mı? Sahiplenmek mi?

Hangisinden vazgeçmek daha kolay? Senden mi, hayattan mı?

Aklım karışık anlayacağın.

Bu aralar kimse teselli edemez beni. Sözün bittiği yerdeyim ve bu kadar cümleyi nasıl kuruyorum ben de bilmiyorum.

Biliyor musun? Ben hiç değişmedim, değişen sendin.

Üstelik hayatımın çok yolunda gittiğini düşündüğüm bir dönemde fark ettim sende başlayan değişimi.

O günü hatırlıyor musun?

Banyoda aynanın karşısındaydım.

Senin içindeki o sert kitle gelir gelmez elime, soluğu doktorumun muayenehanesinde almıştım.

Sonucu sen de biliyorsun, tahliller, ultrasonlar, mamografiler sonucunda acil ameliyat olmam gerektiğini söylemişti doktorlar.

Neyse ki erken tanıymış, iyileşirmişim, hemen her kadının başına gelirmiş, miş, miş miş. Gerisini duymamıştım zaten. Tek tesellim gerçekten “erken tanı” olmasıydı.

Bu gece son gecemiz seninle sevgili “sol” memem. Yarın hayatımda sen olmayacaksın ve biliyorum yarından itibaren benim için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Not: Bu yazı çocukluk arkadaşım Yasemin’e ithafen yazılmıştır.

Yasemin, ilköğretim çağlarında iki kız annesi iken 2004 yılında, 35 yaşında meme kanseri ile tanışmış; erken tanı sayesinde hastalığın vücudunda ilerlemesi durdurulmuştur.

Aldığı 6 seans kemoterapi ve dökülen saçlarına rağmen, her zaman hayranlık duyduğum yaşama sevinci ile hayata tutunmayı başarmıştır.

O dönem, OKS sınavına hazırlanan büyük kızının psikolojisinin bozulmaması için, hasta haliyle çabalamıştır.
Kızı şimdi Anadolu Liselerinden birinde öğrenim görmektedir. Hastalığı, bir daha tekrar etmemiştir, tekrar etmesin diye rutin kontrollerine aksatmadan devam etmektedir.

Arkadaşının bu döneminde elinden geldiği kadar yanında olmaya özen gösteren benim ise bu yazıyı yazma sebebim; “ meme kanseri ” nin biz kadınlar için kader olmadığını, erken tanı ve tedavi ile çok başarılı sonuçlar alınabileceğini, hangi koşulda olursak olalım, dünya üzerinde nefes aldığımız her dakikamızın değerli olduğunu kelimelerim elverdiğince anlatmaya çalışmaktan ibarettir

VEDA




Bu gece, seninle birlikte geçireceğimiz son gecemiz.

Yarın, yeni gün başladığında yollarımız tamamen ayrılmış olacak.

Bu ayrılığa nasıl dayanırım? Bilmiyorum…

Bildiğim, sensiz hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağı.

Yokluğuna alışmak hiç kolay olmayacak.

Hayatıma ilk girdiğin zamanları düşünüyorum da, ne güzel günlerdi o günler.

Ne yazık… Yeni gün başlarken anıya dönüşecek her şey.

Önceleri hiç ısınamamıştım sana, kısa bir süre sonra ne olduğunu anlayamadan kendimden bir parça oluverdin.

Sonra da; hep gurur duydum seninle.

Yaşım ilerledikçe sen bana hep kendimi özel hissettirdin.

Evlenip, anne olduktan sonra da en büyük destekçim oldun, bunu inkar etmem mümkün değil.

Bebeklerim ağlarken ve o ağlamaları kimse susturamazken sen bir çırpıda susturmayı başarırdın el kadar bebekleri.

Özel, farklı bir şeyler vardı sende.

Düşünüyorum da çok erken ayrılıyoruz. Sensizlik, yokluğuna alışmak kolay olmayacak.

Kabullenemiyorum aslında bu ayrılığı.

Tuhaf bir duygu bu.

Nedir bunun adı? Alışkanlık mı? Sahiplenmek mi?

Hangisinden vazgeçmek daha kolay? Senden mi, hayattan mı?

Aklım karışık anlayacağın.

Bu aralar kimse teselli edemez beni. Sözün bittiği yerdeyim ve bu kadar cümleyi nasıl kuruyorum ben de bilmiyorum.

Biliyor musun? Ben hiç değişmedim, değişen sendin.

Üstelik hayatımın çok yolunda gittiğini düşündüğüm bir dönemde fark ettim sende başlayan değişimi.

O günü hatırlıyor musun?

Banyoda aynanın karşısındaydım.

Senin içindeki o sert kitle gelir gelmez elime, soluğu doktorumun muayenehanesinde almıştım.

Sonucu sen de biliyorsun, tahliller, ultrasonlar, mamografiler sonucunda acil ameliyat olmam gerektiğini söylemişti doktorlar.

Neyse ki erken tanıymış, iyileşirmişim, hemen her kadının başına gelirmiş, miş, miş miş. Gerisini duymamıştım zaten. Tek tesellim gerçekten “erken tanı” olmasıydı.

Bu gece son gecemiz seninle sevgili “sol” memem. Yarın hayatımda sen olmayacaksın ve biliyorum yarından itibaren benim için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.


Not: Bu yazı çocukluk arkadaşım Yasemin’e ithafen yazılmıştır.

Yasemin, ilköğretim çağlarında iki kız annesi iken 2004 yılında, 35 yaşında meme kanseri ile tanışmış; erken tanı sayesinde hastalığın vücudunda ilerlemesi durdurulmuştur.

Aldığı 6 seans kemoterapi ve dökülen saçlarına rağmen, her zaman hayranlık duyduğum yaşama sevinci ile hayata tutunmayı başarmıştır.

O dönem, OKS sınavına hazırlanan büyük kızının psikolojisinin bozulmaması için, hasta haliyle çabalamıştır.
Kızı şimdi Anadolu Liselerinden birinde öğrenim görmektedir. Hastalığı, bir daha tekrar etmemiştir, tekrar etmesin diye rutin kontrollerine aksatmadan devam etmektedir.

Arkadaşının bu döneminde elinden geldiği kadar yanında olmaya özen gösteren benim ise bu yazıyı yazma sebebim; “ meme kanseri ” nin biz kadınlar için kader olmadığını, erken tanı ve tedavi ile çok başarılı sonuçlar alınabileceğini, hangi koşulda olursak olalım, dünya üzerinde nefes aldığımız her dakikamızın değerli olduğunu kelimelerim elverdiğince anlatmaya çalışmaktan ibarettir.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Açık Mektup

Uzun yıllar önceydi.

On yaşını doldurmuş küçük kız, o yıl ortaokula başlamanın heyecanı içindeydi.

Uçsuz bucaksız bir alana kurulu olan, 6 yıl boyunca orta okul ve lise eğitimi göreceği okul hem tarihi binasıyla küçük kıza çok çekici geliyordu, hem de yeni bir çevreye girmekten ötürü çekingenlik yaşıyordu.

Beş yıl boyunca birlikte olduğu ilk okul öğretmeni ve arkadaşlarından ayrılıp, yeni bir hayata başlamanın tedirginliğini fazlasıyla hissettiği bir dönemdeydi.

Onun gibi ortaokul birinci sınıf öğrencileri, değişik dersler ve değişik öğretmenlerle yavaş yavaş tanışıyorlardı.

Öğretmenlerini sevmişti küçük kız.

Hele Türkçe öğretmeni, etkileyici ses tonu, öğrencilere yumuşak ve sevgi dolu yaklaşımı ve mükemmel Türkçe’si ile küçük kızın gönlünde taht kurmuştu.

Türkçe öğretmeninin değişik bir ders anlatış biçimi vardı.

Özellikle dilbilgisi derslerinde konuyu bir hafta önceden öğrencilerine verir, ertesi hafta konuya hazır olan bir öğrenciyi derse kaldırır, önce ona dersi anlattırır sonra da kendisi eklemeler yaparak derse devam ederdi. Öğrenciler de çok memnun olurdu bu durumdan.

Bir gün, yine ertesi haftanın ödevini verdi öğretmen öğrencilerine.
Konu, “ inceltme işareti ” idi.

Küçük kız, eve gidince dersine güzelce hazırlanmaya başladı.

Konuyu önce okudu, kendi kendine notlar aldı, sonra bir kaç kere annesine anlattı, ardından oyuncak bebeklerini karşısına alarak onlara da öğretmen edasıyla inceltme işaretini anlattı.

Ertesi hafta ders başladı; öğretmen her zamanki gibi : “Konuyu kim anlatmak istiyor?” diye sorduğunda, kız derse hazır olmasına rağmen yine de çekinerek parmağını kaldırdı.

Öğretmen arka sıralardan kalkan bu çekingen parmağı gördü ve kızı tahtaya çağırdı.

Küçük kızın kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.

Heyecan içinde tahtaya geldi ve konuyu anlatmaya başladı, anlatırken örnekler de verdi;
“ kar, kâr – hala, hâla – adet, âdet- kağıt, kâğıt ”.

Anlattıkça ve öğretmen dahil bütün sınıfın onu dinlediğini fark ettikçe heyecanı geçti.

Sunum bittikten sonra öğretmenine baktı.

Öğretmen yüzüne memnuniyet ifadesi yerleşmiş bir tebessüm içinde şunları söyledi:

“ Evet çocuklar, arkadaşınız bu konuyu o kadar güzel anlattı ki, benim bir şey eklememe gerek kalmadı. Hepinizin önünde O’na teşekkür etmek istiyorum, arkadaşınıza kocaman bir aferin.,,

Kıza ismini ve okul numarasını sordu, kız da ismini ve okul numarasını söyledi...

O gün küçük kız hayatının dönüm noktalarından birini yaşamıştı.

Kendine daha çok güvenmiş, o ürkek serçe çekingenliği azalmış, okuluna, yeni arkadaşlarına daha da alışmıştı artık.

* * * * *

Sevgili Öğretmenim;

Açık mektup nasıl yazılır bilmiyorum, tıpkı bu mektubun size ulaşıp ulaşmayacağını bilmediğim gibi.

30 yıl geçti aradan ama bazı şeyler unutulmuyor öğretmenim.

Siz beni okuttuğunuz yüzlerce öğrenciniz arasından hatırlamıyor olabilirsiniz, şunu bilmenizi isterim ki; yıllar önce derse kaldırdığınız, anlatımını çok beğendiğiniz o çekingen küçük kız, sizi hep sevgi ve saygıyla anmaya devam ediyor.

Siz yıllar önce o gün, belki de farkında olmadan, o çok bilinen “ deniz yıldızı ” hikayesindeki gibi okyanusa bir deniz yıldızı fırlattınız öğretmenim ve şimdi o deniz yıldızı da eğitim yolunda bir çok deniz yıldızını okyanusla buluşturmaya devam ediyor.

Yeni dilbilgisi kurallarına göre bazı kelimelerden kaldırılmış olsa da “ hâla ,, gerektiğinde inceltme işaretini kullanıyor.

Sizin ve sizin şahsınızda eğitime gönül veren tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun.

Saygı ve özlemle ellerinizden öperim sevgili öğretmenim.

“ ÖZLEM ÖZAD
1- G 2449
KADIKÖY KIZ LİSESİ
1978 - 1979 Öğretim Yılı ,,
Fotoğraf : http://www.kadikoykizlisesi.org/

Açık Mektup














Uzun yıllar önceydi.

On yaşını doldurmuş küçük kız, o yıl ortaokula başlamanın heyecanı içindeydi.

Uçsuz bucaksız bir alana kurulu olan, 6 yıl boyunca orta okul ve lise eğitimi göreceği okul hem tarihi binasıyla küçük kıza çok çekici geliyordu, hem de yeni bir çevreye girmekten ötürü çekingenlik yaşıyordu.

Beş yıl boyunca birlikte olduğu ilk okul öğretmeni ve arkadaşlarından ayrılıp, yeni bir hayata başlamanın tedirginliğini fazlasıyla hissettiği bir dönemdeydi.

Onun gibi ortaokul birinci sınıf öğrencileri, değişik dersler ve değişik öğretmenlerle yavaş yavaş tanışıyorlardı.

Öğretmenlerini sevmişti küçük kız.

Hele Türkçe öğretmeni, etkileyici ses tonu, öğrencilere yumuşak ve sevgi dolu yaklaşımı ve mükemmel Türkçe’si ile küçük kızın gönlünde taht kurmuştu.

Türkçe öğretmeninin değişik bir ders anlatış biçimi vardı.

Özellikle dilbilgisi derslerinde konuyu bir hafta önceden öğrencilerine verir, ertesi hafta konuya hazır olan bir öğrenciyi derse kaldırır, önce ona dersi anlattırır sonra da kendisi eklemeler yaparak derse devam ederdi. Öğrenciler de çok memnun olurdu bu durumdan.

Bir gün, yine ertesi haftanın ödevini verdi öğretmen öğrencilerine.
Konu, “ inceltme işareti ” idi.

Küçük kız, eve gidince dersine güzelce hazırlanmaya başladı.

Konuyu önce okudu, kendi kendine notlar aldı, sonra bir kaç kere annesine anlattı, ardından oyuncak bebeklerini karşısına alarak onlara da öğretmen edasıyla inceltme işaretini anlattı.

Ertesi hafta ders başladı; öğretmen her zamanki gibi : “Konuyu kim anlatmak istiyor?” diye sorduğunda, kız derse hazır olmasına rağmen yine de çekinerek parmağını kaldırdı.

Öğretmen arka sıralardan kalkan bu çekingen parmağı gördü ve kızı tahtaya çağırdı.

Küçük kızın kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.

Heyecan içinde tahtaya geldi ve konuyu anlatmaya başladı, anlatırken örnekler de verdi;
“ kar, kâr – hala, hâla – adet, âdet- kağıt, kâğıt ”.

Anlattıkça ve öğretmen dahil bütün sınıfın onu dinlediğini fark ettikçe heyecanı geçti.

Sunum bittikten sonra öğretmenine baktı.

Öğretmen yüzüne memnuniyet ifadesi yerleşmiş bir tebessüm içinde şunları söyledi:

“ Evet çocuklar, arkadaşınız bu konuyu o kadar güzel anlattı ki, benim bir şey eklememe gerek kalmadı. Hepinizin önünde O’na teşekkür etmek istiyorum, arkadaşınıza kocaman bir aferin.,,

Kıza ismini ve okul numarasını sordu, kız da ismini ve okul numarasını söyledi...

O gün küçük kız hayatının dönüm noktalarından birini yaşamıştı.

Kendine daha çok güvenmiş, o ürkek serçe çekingenliği azalmış, okuluna, yeni arkadaşlarına daha da alışmıştı artık.

* * * * *

Sevgili Öğretmenim;

Açık mektup nasıl yazılır bilmiyorum, tıpkı bu mektubun size ulaşıp ulaşmayacağını bilmediğim gibi.

30 yıl geçti aradan ama bazı şeyler unutulmuyor öğretmenim.

Siz beni okuttuğunuz yüzlerce öğrenciniz arasından hatırlamıyor olabilirsiniz, şunu bilmenizi isterim ki; yıllar önce derse kaldırdığınız, anlatımını çok beğendiğiniz o çekingen küçük kız, sizi hep sevgi ve saygıyla anmaya devam ediyor.

Siz yıllar önce o gün, belki de farkında olmadan, o çok bilinen “ deniz yıldızı ” hikayesindeki gibi okyanusa bir deniz yıldızı fırlattınız öğretmenim ve şimdi o deniz yıldızı da eğitim yolunda bir çok deniz yıldızını okyanusla buluşturmaya devam ediyor.

Yeni dilbilgisi kurallarına göre bazı kelimelerden kaldırılmış olsa da “ hâla ,, gerektiğinde inceltme işaretini kullanıyor.

Sizin ve sizin şahsınızda eğitime gönül veren tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun.

Saygı ve özlemle ellerinizden öperim sevgili öğretmenim.

“ ÖZLEM ÖZAD
1- G 2449
KADIKÖY KIZ LİSESİ
1978 - 1979 Öğretim Yılı ,,


Fotoğraf : http://www.kadikoykizlisesi.org/

19 Kasım 2008 Çarşamba

Yalnız ve Issız Adam

ayla-dikmen-anlamazdinO zaten unutulmaz televizyon dizisi Çemberimde Gül Oya ve unutulmaz filmlerinden Babam ve Oğlum ile yüreğimde çoktan yerini almış bir yönetmendi.

Bunun için O’nun filmlerini ayrıca izlemekten sorumlu tutarım kendimi.

Filmlerinde her zaman kendime dair pek çok şey bulurum.
Bir eski şarkı, film karelerinde kullanılan sıradan gibi gözüken ama benim için ayrıntı olabilen bir eşya, bir güzel söz, yıllar önce okuduğum bir kitap. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Sanırım Çağan Irmak’ın başarısının sırrı bu.
İzleyicinin yüreğine dokunmasını bilmesi.

Uzun uzun filmi ve oyuncularının başarısını anlatmak istemiyorum.

Filmin özellikle son sahnesini de gördükten sonra kendimce kısacık, kıssadan hisselerim oldu benim;

- Aşk, gerçek olduğuna inandıysan yarım bırakılmayacak kadar özel bir duygu.
Hem bir insan hayatta gerçek aşkı kaç kere bulabilir ki?

- Doğru erkek, ya da doğru kadın diye bir şey yok, bunun için “ Sen daha iyilerine layıksın” kandırmacalarına da gerek yok.

- Hayat gözümüzün içine baka baka hızla akıp giderken, bize sunduklarının değerini bilmeliyiz / bilmeliymişiz.

Filmde kullanılan eski şarkıların güzelliğini de unutmamak gerek.

Şarkıların film kareleriyle muhteşem uyumu filmi daha da başarılı yapmış. Bir döneme damgasını vuran şarkılar ve sanatçıların bıraktığı izler Issız Adam’da daha da ortaya çıkıyor.

Sözün özü, Issız Adam son dönemde izlediğim en güzel ve başarılı filmlerden biri. Özellikle final sahnesi, Ada ile Alper arasındaki o sessiz konuşma izleyicinin hafızasından uzun süre silinmeyecek.

Yalnız ve Issız Adam







O zaten unutulmaz televizyon dizisi Çemberimde Gül Oya ve unutulmaz filmlerinden Babam ve Oğlum ile yüreğimde çoktan yerini almış bir yönetmendi.

Bunun için O’nun filmlerini ayrıca izlemekten sorumlu tutarım kendimi.

Filmlerinde her zaman kendime dair pek çok şey bulurum.
Bir eski şarkı, film karelerinde kullanılan sıradan gibi gözüken ama benim için ayrıntı olabilen bir eşya, bir güzel söz, yıllar önce okuduğum bir kitap. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Sanırım Çağan Irmak’ın başarısının sırrı bu.
İzleyicinin yüreğine dokunmasını bilmesi.

Uzun uzun filmi ve oyuncularının başarısını anlatmak istemiyorum.

Filmin özellikle son sahnesini de gördükten sonra kendimce kısacık, kıssadan hisselerim oldu benim;

- Aşk, gerçek olduğuna inandıysan yarım bırakılmayacak kadar özel bir duygu.
Hem bir insan hayatta gerçek aşkı kaç kere bulabilir ki?

- Doğru erkek, ya da doğru kadın diye bir şey yok, bunun için “ Sen daha iyilerine layıksın” kandırmacalarına da gerek yok.

- Hayat gözümüzün içine baka baka hızla akıp giderken, bize sunduklarının değerini bilmeliyiz / bilmeliymişiz.

Filmde kullanılan eski şarkıların güzelliğini de unutmamak gerek.

Şarkıların film kareleriyle muhteşem uyumu filmi daha da başarılı yapmış. Bir döneme damgasını vuran şarkılar ve sanatçıların bıraktığı izler Issız Adam’da daha da ortaya çıkıyor.

Sözün özü, Issız Adam son dönemde izlediğim en güzel ve başarılı filmlerden biri. Özellikle final sahnesi, Ada ile Alper arasındaki o sessiz konuşma izleyicinin hafızasından uzun süre silinmeyecek.

14 Kasım 2008 Cuma

2035

Genç adam baş ucunda kitap okurken uyuya kalan kızının üzerini örttü.
Yanındaki lambayı söndürüp, gece lambasını yaktı.
Kızının yanağına sevgi dolu bir öpücük kondurup, kulağına “Seni seviyorum kızım” diye fısıldadı.

Küçük kız çoktan uykuya dalmıştı.

Evlerinin salonuna geçti, televizyon izleyen eşi - “ Uyudu mu sonunda?” diye sordu.
-“ Evet” diye yanıtladı adam eşini.
-“ Aynı masalı 4 kez okuduktan sonra uyudu kızım” dedi.
-“ Yaa, bıkmıyorlar defalarca aynı masalı dinlemekten değil mi?” diye soran eşine, genç adam - “O da bir şey mi ben anneme 7- 8 kez falan okuturdum aynı masalı, O da sabırla okurdu “ dedi, yüzüne yayılan huzurlu bir tebessümle.

Birer kahve yaptılar kendilerine ve eskilerden konuşmaya başladılar.
-“ Benim annem tuhaf bir kadındı” dedi genç adam.
-“ Nasıl tuhaftı” diye sordu karısı.
-“ Tuhaftı işte. Mesela bana hamileyken 3. aydan itibaren klasik müzik dinlemeye başlamış.
6. ayın sonunda, dinlediğim müziğe tepki verip hareket ettiğimi söylerdi.
Doğum yapıp eve taburcu olduğumuzda da, herkes hayırlı olsun ziyaretleri yaparken o kaşla göz arasında 3 günlük bebeğe yine klasik müzik dinletmiş ve ben ellerimi hareket ettirmişim müziğin sesini duyunca. Bunu gören annem durur mu? Ben her uykuya yatışımda bana klasik müzik dinletmiş taaa ki ben 2 yaşıma basana kadar.”

-“ Ne güzel işte diye yanıtladı” genç kadın eşini. Hassas bir kulağın, güzel bir sesin olmasını annene borçlusun o zaman. Üstelik bırakmasaydın piyano çalmayı belki de şimdi iyi bir piyanist olmuştun”.

- “ Hayvan sevgimi de O’na borçluyum. Balıktan tut da kedi, köpek, ne varsa besledik biz annemle. Üstelik yıllar sonra bana ne itiraf etti biliyor musun?
Meğer annemde tüylü hayvanlara karşı bir korku varmış. Bunu bana hiç belli etmedi. “Sana hayvan sevgisi aşılarken bu korkumu yendim” demişti.

- “ Bizim annemle sinema ve tiyatro günlerimiz olurdu. İlk tiyatroma 2,5 yaşımda götürmüş beni. Bir çocuk oyunuymuş. Büyük insan gibi izlediğimi söylerdi. Sinemaya biraz geç başlattığından yakınırdı. 3,5 yaşımda gitmişim ilk kez sinemaya. Hayal meyal hatırlıyorum, şarkı söylemenin geçerli olduğu buzlar diyarında, sesi çirkin ama dans edebilen bir penguenin hikayesiydi O günden sonra penguen ve penguenli oyuncaklar hiç elimden düşmemişti.
Anneannem, babaannem, hatta babam bile benim sinema ve tiyatro için küçük yaşta olduğumu, hiçbir şey anlamayacağımı söylerlermiş. Eve geldiğimizde ben filmi ya da oyunu başından sonuna kadar anlatınca annem doğru bir şeyler yaptığını anlamış ve hiç vazgeçmemiş beni tiyatro ve sinemaya götürmekten.”

“ Senin sinema, tiyatro ve müzik tutkunu şimdi daha iyi anlıyorum” diye yanıtladı kadın eşini.

- “ Ya yemek fasılları?”diye devam etti adam.

- “Çok yemek seçerdim çok”. Zavallı kadın çareyi yemeklerin sunumunu ve adını değiştirmekte bulmuştu.” Makarna saçlı kız”, “ Köfte Suratlı Çocuk”, “ Kurabiye adam” gibi yemeklerimiz vardı. Değişik gelirdi, hem gözüme hem kulağıma ve o zaman yerdim sesimi çıkartmadan.”

- “ Bir de hep neşeliydi benim annem. Üzülse de belli etmek istemezdi. Günlük hayatı oyuna dönüştürmekte O’nun üzerine insan tanımam.”
Her gece mutlaka iyi geceler öpücüğümüz olurdu ve bana uykuya daldığımda “ Seni seviyorum” oğlum derdi. Hiç bıkmadan.

* * * * *

Özledim O’nu dedi genç adam. Hem O’nu hem çocukluğumu.
Bir telefon açsam da sesini duysam diyerek saatine baktı Saat :00.00’dı.
Çoktan uyumuştur şimdi.

Türkiye bizden 2 saat ileri, sabah ararım diye düşündü.
. . .

O sırada, kilometrelerce ötede, gözleri uyku tutmayan yaşlı bir kadının burnuna, nereden geldiyse yeni doğmuş bebek kokusu geldi.

Yatağından yavaşça doğruldu, salona geçti.

Işığı yaktı .

Albümlerin olduğu çekmeceyi açtı.

Hem oğlunun, hem de bebekken gördüğü ama bir süredir görmediği torununun resimlerine, gözlerinde yağmaya hazır bir bulut ve özlemle bakmaya başladı.

* * * * *

YIL : 2035

GENÇ ADAM:. O yıllarda 30’lu yaşlarını sürmekte olan oğlum

GENÇ KADIN: Şu anda tanımamız imkansız, şimdi belki aynı yaştalar, belki doğmadı , belki bebek bilemeyiz.

KÜÇÜK KIZ : Gelecekte olmasını arzu ettiğim kız torunum.

YAŞLI KADIN: Oğlunun doğumundan itibaren O’na mutlu bir çocukluk yaşatma gayreti içinde olan, ne kadar başarabildiğini henüz bilmeyen ancak çabalarından asla vaz geçmeyecek olan, ben.

2035







Genç adam baş ucunda kitap okurken uyuya kalan kızının üzerini örttü.
Yanındaki lambayı söndürüp, gece lambasını yaktı.
Kızının yanağına sevgi dolu bir öpücük kondurup, kulağına “Seni seviyorum kızım” diye fısıldadı.

Küçük kız çoktan uykuya dalmıştı.

Evlerinin salonuna geçti, televizyon izleyen eşi - “ Uyudu mu sonunda?” diye sordu.
-“ Evet” diye yanıtladı adam eşini.
-“ Aynı masalı 4 kez okuduktan sonra uyudu kızım” dedi.
-“ Yaa, bıkmıyorlar defalarca aynı masalı dinlemekten değil mi?” diye soran eşine, genç adam - “O da bir şey mi ben anneme 7- 8 kez falan okuturdum aynı masalı, O da sabırla okurdu “ dedi, yüzüne yayılan huzurlu bir tebessümle.

Birer kahve yaptılar kendilerine ve eskilerden konuşmaya başladılar.
-“ Benim annem tuhaf bir kadındı” dedi genç adam.
-“ Nasıl tuhaftı” diye sordu karısı.
-“ Tuhaftı işte. Mesela bana hamileyken 3. aydan itibaren klasik müzik dinlemeye başlamış.
6. ayın sonunda, dinlediğim müziğe tepki verip hareket ettiğimi söylerdi.
Doğum yapıp eve taburcu olduğumuzda da, herkes hayırlı olsun ziyaretleri yaparken o kaşla göz arasında 3 günlük bebeğe yine klasik müzik dinletmiş ve ben ellerimi hareket ettirmişim müziğin sesini duyunca. Bunu gören annem durur mu? Ben her uykuya yatışımda bana klasik müzik dinletmiş taaa ki ben 2 yaşıma basana kadar.”

-“ Ne güzel işte diye yanıtladı” genç kadın eşini. Hassas bir kulağın, güzel bir sesin olmasını annene borçlusun o zaman. Üstelik bırakmasaydın piyano çalmayı belki de şimdi iyi bir piyanist olmuştun”.

- “ Hayvan sevgimi de O’na borçluyum. Balıktan tut da kedi, köpek, ne varsa besledik biz annemle. Üstelik yıllar sonra bana ne itiraf etti biliyor musun?
Meğer annemde tüylü hayvanlara karşı bir korku varmış. Bunu bana hiç belli etmedi. “Sana hayvan sevgisi aşılarken bu korkumu yendim” demişti.

- “ Bizim annemle sinema ve tiyatro günlerimiz olurdu. İlk tiyatroma 2,5 yaşımda götürmüş beni. Bir çocuk oyunuymuş. Büyük insan gibi izlediğimi söylerdi. Sinemaya biraz geç başlattığından yakınırdı. 3,5 yaşımda gitmişim ilk kez sinemaya. Hayal meyal hatırlıyorum, şarkı söylemenin geçerli olduğu buzlar diyarında, sesi çirkin ama dans edebilen bir penguenin hikayesiydi O günden sonra penguen ve penguenli oyuncaklar hiç elimden düşmemişti.
Anneannem, babaannem, hatta babam bile benim sinema ve tiyatro için küçük yaşta olduğumu, hiçbir şey anlamayacağımı söylerlermiş. Eve geldiğimizde ben filmi ya da oyunu başından sonuna kadar anlatınca annem doğru bir şeyler yaptığını anlamış ve hiç vazgeçmemiş beni tiyatro ve sinemaya götürmekten.”

“ Senin sinema, tiyatro ve müzik tutkunu şimdi daha iyi anlıyorum” diye yanıtladı kadın eşini.

- “ Ya yemek fasılları?”diye devam etti adam.

- “Çok yemek seçerdim çok”. Zavallı kadın çareyi yemeklerin sunumunu ve adını değiştirmekte bulmuştu.” Makarna saçlı kız”, “ Köfte Suratlı Çocuk”, “ Kurabiye adam” gibi yemeklerimiz vardı. Değişik gelirdi, hem gözüme hem kulağıma ve o zaman yerdim sesimi çıkartmadan.”

- “ Bir de hep neşeliydi benim annem. Üzülse de belli etmek istemezdi. Günlük hayatı oyuna dönüştürmekte O’nun üzerine insan tanımam.”
Her gece mutlaka iyi geceler öpücüğümüz olurdu ve bana uykuya daldığımda “ Seni seviyorum” oğlum derdi. Hiç bıkmadan.

* * * * *

Özledim O’nu dedi genç adam. Hem O’nu hem çocukluğumu.
Bir telefon açsam da sesini duysam diyerek saatine baktı Saat :00.00’dı.
Çoktan uyumuştur şimdi.

Türkiye bizden 2 saat ileri, sabah ararım diye düşündü.


. . .

O sırada, kilometrelerce ötede, gözleri uyku tutmayan yaşlı bir kadının burnuna, nereden geldiyse yeni doğmuş bebek kokusu geldi.

Yatağından yavaşça doğruldu, salona geçti.

Işığı yaktı .

Albümlerin olduğu çekmeceyi açtı.

Hem oğlunun, hem de bebekken gördüğü ama bir süredir görmediği torununun resimlerine, gözlerinde yağmaya hazır bir bulut ve özlemle bakmaya başladı.

* * * * *

YIL : 2035

GENÇ ADAM:. O yıllarda 30’lu yaşlarını sürmekte olan oğlum

GENÇ KADIN: Şu anda tanımamız imkansız, şimdi belki aynı yaştalar, belki doğmadı , belki bebek bilemeyiz.

KÜÇÜK KIZ : Gelecekte olmasını arzu ettiğim kız torunum.

YAŞLI KADIN: Oğlunun doğumundan itibaren O’na mutlu bir çocukluk yaşatma gayreti içinde olan, ne kadar başarabildiğini henüz bilmeyen ancak çabalarından asla vaz geçmeyecek olan, ben.

2 Kasım 2008 Pazar

Ege'de Sonbaharın Sonunda

Tatile gitme fikrinin akla gelmeyeceği bir döneme girmiştik.

Yaz bitmiş, tatilciler işlerinin başlarına, yazlıkçılar çoktan evlerine dönmüş, okullar açılmıştı.

Sonbahar yerini nazlanarak kışa devretmeye hazırlanıyordu

Arkadaşlarım “ Hadi ama sen de bizle geliyorsun, sen gelmezsen olmaz” demeselerdi zaten çok yoğun olduğumdan belki daha uzun bir süre yerimden kımıldamayacaktım.

Böylelikle güneşin doğduğu ve battığı süre içinde, zamanla köşe kapmaca oynarken ve ısrarla zamanla birbirimizi yakalayamazken, birkaç günlüğüne oyundan vaz geçerek mola verdim kendime.

İşlerimi masamda, notlarımı bilgisayarımda, okullar açıldığından devamsızlık yapmasını istemediğim oğlumu babaannesinde dolayısı ile aklımı da Antalya’da bırakmış halde düştüm yollara.

İstikamet, Ege’nin en batısı Bodrum Turgutreis’di.

İtiraf etmem gerekirse yıllar sonra Ege’de olma fikri çok cazip geldi bana.

İlk gün konaklayacağımız otele eşyaları bırakır bırakmaz, soluğu Bodrum’da aldık.

Bodrum yaz ayları kadar hareketli olmasa da yine de hatırı sayılır bir kalabalık içindeydi.
Yazın insanlar Bodrum sokaklarına nasıl sığıyorlar diye düşünmeden alıkoyamadım kendimi.
Bir de insan elinin Bodrum'a çok fazlasıyla dokunduğunu düşündüm. Yıllar önce bile çok fazla beton bulduğum Bodrum ben görmeyeli tamamen beton yığınlarına teslim olmuş.

Bodrum sokaklarında yürürken, kulağımıza gelen gitar sesini takip ettik.

Sokakta eski bir Türk sanat müziği şarkısını mükemmel bir yorumla söyleyen adama biz de eşlik ettik.
Şarkıyı söyleyen adamın gözlerindeki hüzünle, şarkının ezgisi birbirine karışmış gibiydi:

“ Saymadım kaç yıl oldu, sen ellerin olalı,
Bilmem yüzün güldü mü, ayrıldık ayrılalı,
Beni sorarsan eğer, kalbim hâla yaralı…”

Ertesi gün yolumuz Turgutreis civarındaki diğer kasabalara; Yalıkavak, Gümüşlük, Göltürkbükü’ne düştü.

Yalıkavak yolunda, gezi arkadaşlarımdan biri sekiz yıldır Antalya’da yaşayan Yalıkavak’lı arkadaşını aradı, “ Memleketine geliyorum ne getireyim sana, ne istersin?” diye sordu.
Arkadaşı, “ sadece Yalıkavak’ın girişinde tepeden o muhteşem görüntüyü benim için de izle “ diye yanıtladı onu.
Gerçekten Yalıkavak girişindeki manzara karşısında nutkumuz tutuldu.

Minibüs’teki onyedi kişi bir an cennete geldiğimizi düşündük ve aslında o muhteşem manzarayı on sekiz kişi izledik, kimse fark etmedi.

Sayılı gün çabuk geçermiş, bizim günlerimiz de geçti, tatil bitti.

Sağanak yağışlı dönüş yolculuğunda, mola verdiğimiz yerlerde üzerine yağmur düşmüş toprak kokusunu ciğerlerimize çeke çeke, bütün yaz boyunca aşırı sıcaktan nasibimizi fazlasıyla almamızdan olsa gerek, soğuktan şikayet etmeden gezimizi bitirdik.

Döndükten sonra Antalya’da bıraktığım aklıma kavuşmuştum ama bu sefer de
kalbimi, sonbaharın son anlarını yaşayan Ege’de; özellikle de Yalıkavak’ta unutmuşum, Antalya’ya dönünce fark ettim…

Ege'de Sonbaharın Sonunda




















































Tatile gitme fikrinin akla gelmeyeceği bir döneme girmiştik.

Yaz bitmiş, tatilciler işlerinin başlarına, yazlıkçılar çoktan evlerine dönmüş, okullar açılmıştı.

Sonbahar yerini nazlanarak kışa devretmeye hazırlanıyordu

Arkadaşlarım “ Hadi ama sen de bizle geliyorsun, sen gelmezsen olmaz” demeselerdi zaten çok yoğun olduğumdan belki daha uzun bir süre yerimden kımıldamayacaktım.

Böylelikle güneşin doğduğu ve battığı süre içinde, zamanla köşe kapmaca oynarken ve ısrarla zamanla birbirimizi yakalayamazken, birkaç günlüğüne oyundan vaz geçerek mola verdim kendime.

İşlerimi masamda, notlarımı bilgisayarımda, okullar açıldığından devamsızlık yapmasını istemediğim oğlumu babaannesinde dolayısı ile aklımı da Antalya’da bırakmış halde düştüm yollara.

İstikamet, Ege’nin en batısı Bodrum Turgutreis’di.

İtiraf etmem gerekirse yıllar sonra Ege’de olma fikri çok cazip geldi bana.

İlk gün konaklayacağımız otele eşyaları bırakır bırakmaz, soluğu Bodrum’da aldık.

Bodrum yaz ayları kadar hareketli olmasa da yine de hatırı sayılır bir kalabalık içindeydi.

Yazın insnlar Bodrum sokaklarına nasıl sığıyorlar diye düşünmeden alıkoyamadım kendimi.
Bir de insan elinin Bodrum'a çok fazlasıyla dokunduğunu düşündüm. Yıllar önce bile çok fazla beton bulduğum Bodrum ben görmeyeli tamamen beton yığınlarına teslim olmuş.

Bodrum sokaklarında yürürken, kulağımıza gelen gitar sesini takip ettik.
Sokakta eski bir Türk sanat müziği şarkısını mükemmel bir yorumla söyleyen adama biz de eşlik ettik.

Şarkıyı söyleyen adamın gözlerindeki hüzünle, şarkının ezgisi birbirine karışmış gibiydi:
“ Saymadım kaç yıl oldu, sen ellerin olalı,
Bilmem yüzün güldü mü, ayrıldık ayrılalı,
Beni sorarsan eğer, kalbim hâla yaralı…”

Ertesi gün yolumuz Turgutreis civarındaki diğer kasabalara; Yalıkavak, Gümüşlük, Göltürkbükü’ne düştü.
Yalıkavak yolunda, gezi arkadaşlarımdan biri sekiz yıldır Antalya’da yaşayan Yalıkavak’lı arkadaşını aradı, “ Memleketine geliyorum ne getireyim sana, ne istersin?” diye sordu.
Arkadaşı, “ sadece Yalıkavak’ın girişinde tepeden o muhteşem görüntüyü benim için de izle “ diye yanıtladı onu.
Gerçekten Yalıkavak girişindeki manzara karşısında nutkumuz tutuldu.
Minibüs’teki onyedi kişi bir an cennete geldiğimizi düşündük ve aslında o muhteşem manzarayı on sekiz kişi izledik, kimse fark etmedi.

Sayılı gün çabuk geçermiş, bizim günlerimiz de geçti, tatil bitti.

Sağanak yağışlı dönüş yolculuğunda, mola verdiğimiz yerlerde üzerine yağmur düşmüş toprak kokusunu ciğerlerimize çeke çeke, bütün yaz boyunca aşırı sıcaktan nasibimizi fazlasıyla almamızdan olsa gerek, soğuktan şikayet etmeden gezimizi bitirdik.

Döndükten sonra Antalya’da bıraktığım aklıma kavuşmuştum ama bu sefer de
kalbimi, sonbaharın son anlarını yaşayan Ege’de; özellikle de Yalıkavak’ta unutmuşum, Antalya’ya dönünce fark ettim…

14 Ekim 2008 Salı

KARANLIKTA KAYBOLAN YILLAR

Yaşlı kadın, daha önce hiç görmediği karanlık bir sokağa daldı…
Beynini karıncalandıran, narin bedenini ve yüreğini mengene gibi sıkan bir korkuyla yürüyordu.

Bir ara peşinde birileri varmış gibi irkilerek geri dönüp, sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen karanlık sokağa baktı.

Bomboştu sokak...

Ne bir karartı vardı, ne de ses oysa hissettiği korku onu yerinde duramaz hale getirmişti. Aniden koşmaya başladı...

Hem koşuyor, hem de bağırıyordu. Etrafında ne yardım isteyecek, ne de sesini duyacak kimse vardı.
Soluğu tıkanıp yüzükoyun yere kapaklanmak üzereyken uyandı.

Kan ter içinde kalmıştı...

Yaşlı kadın bir süredir uykuya daldığında her gece aynı kabusu görüyordu.

O gece de aynı kabusu görmüştü, yine kalp çarpıntısı ile uyandı. Saate bakmak için yatağında doğrulduğunda yanının boş olduğunu gördü.

Eşi, hayat arkadaşı, çocuklarının babası, sevdiği adam yanında yoktu.

“ Yine mi ve hâla mı?” diye sordu kendine.

Geçmişe gitti belleği sonra.

Gençti o zamanlar. Güzeldi de üstelik. Çok sevmişti kocasını, üç tane de çocuk dünyaya getirmişti ikişer yıl arayla. Hep çalışırdı kocası, işleri hep çok yoğundu. Geç gelirdi eve akşamları. İş toplantıları haftada iki ya da üç kez olurdu. Onun da kendine ait işleri vardı yaşadığı evin sınırları içinde. Günlük ev işleri, çocuk bakımı, temizlik, ütü bir de yemek. Dört duvar arasında geçip gidiyordu hayatı.

O dönemde eşinin eve geç gelmelerinin sayısı biraz daha artmıştı sanki.
Çocukları uyuttuktan sonra kadın için bekleme süresi başlardı. Televizyon da yoktu o zamanlar. Radyosu ve Kerime Nadir romanları eşlik ederdi bu bekleyişlere.
Saatler saatleri kovalar ama eşi eve gelemezdi bir türlü.
Yatağında yalnız uyumak çok zor gelirdi, bu yüzden inadına, beklerdi sabahlara kadar kocasını.

Bir süre sonra radyodaki müziğin sesini ince bir cızırtı alır, kitabı kucağına düşer, kanepeye kıvrılıp uyuya kalırdı.
Sabaha karşı kapıda dönen anahtarın sesini duyunca kocasının geldiğini anlardı, usulca kalkar, hiçbir şey sormadan yatağına giderdi.

Şimdiki kadınlar gibi değildi O. Gereksiz soru sormazdı. Hele “ Nerede kaldın bu vakite kadar?” gibi kapris kokan hesap sormaları hiç olmazdı. Bu kadar suskun oluşunun nedenini kendine zaman zaman sorsa da çoğu kere yanıtını kendi de bulamazdı

Bir gece yine eve geç geldi kocası. Her zamanki iş toplantılarından biri diye düşündü kadın ve yine bir şey sor-a-madı.
Adam ceket ve gömleğini çıkarıp pijamalarını giydi hiç konuşmadan yattı.
Kadın odaya girdiğinde ceket ve gömlekten gelen keskin parfüm kokusunu duydu. Her şeyin farkına o anda vardı. Bir başka kadınla paylaşıyordu sevdiği adamı.

Sustu, bir şey söyleyemedi. Suskunluğunun nedenini o zaman buldu. Susmasının nedeni ezikliği değil çaresizliğiydi. Annesi babası hayatta değildi. Çocuklarıyla gidebileceği bir baba evi bile yoktu. Çocuklarını babasız büyütmek istemiyordu…
Bunların hepsi de bahaneydi aslında. Garip bir tutkuyla bağlıydı sevdiği adama.
Onsuz kalmak, terk etmek ya da terk edilmek fikri bile göz yaşlarına boğuyordu kadını. Kimsenin bilmediği, içine akıttığı göz yaşlarına. O anlarda kendini hep tek başına ve çaresiz hissediyordu.

Bu anı da silindi gözlerinden yaşlı kadının. Şimdi belleğinde ve gözlerinin önünde, kimin olduğunu hatırlayamadığı bir cenaze töreni vardı. Bir sis perdesi ardında hatırlıyordu töreni.

Mezarlıktalardı.

İnsan kalabalığının ortasında kalmıştı, her zamanki gibi sessizce, boş gözlerle cenazeyi izliyordu.

Bir erkek koluna girmişti, bir kadın elini tutuyordu sımsıkı. Oğlu ve büyük kızı olmalıydı.

Birden kalabalığın arasında nasıl olduysa O kızıl saçlı kadını fark etti.

Kadının yanına yaklaştı, gözlerinin içine baktı.

İnsanı delip geçen koyu yeşil gözleri vardı. Gözlerinin rengi ağlamaktan daha da ortaya çıkmış ve yine ağlamaktan burnu kızarmıştı.
Kendinden oldukça gençti, yine de göz çevresinde hafif kırışıklıklar vardı.

Kadın yanına yaklaştıkça burnuna kadından gelen o keskin parfüm kokusu geldi.
Kokuyu hatırlamakta gecikmedi.Ne yapması gerektiğini bilemedi. Sadece baktılar iki kadın birbirlerine.
Hiç konuşmadılar.

İkisinin de gözleri öyle çok şey anlattı ki o kısa sürede, kendilerinden başka kimse bilemedi anlattıklarını.

Çok çabuk bu anıyı da sildi zihninden. – “ Neden hep geçmişi düşünüyorum?” diye sordu kendi kendine.

Yatağından kalktı.
Odanın ışığını açtı. Kocası yoktu işte yanında.

Battaniyeye sarılıp kanepeye uzandı. Beklemeye başladı. Şimdilerde çok kanallıydı televizyonlar. Kanallardan biri ona arkadaşlık yapardı nasıl olsa.

Bekledi, sabahın ilk ışıklarını görene kadar bekledi. Gelen giden yoktu.
“ Bu sefer tamamen gitti, ya dönmezse” diye düşündü.
Dayanamadı. Büyük kızının evine telefon etti.
Ağlamaklı bir sesle kızına - “ Kızım baban eve gelmedi. Dayanamıyorum artık. Usandım bu beklemelerden” dedi.

Kadının, telefonun öbür ucundaki kızı soğukkanlılığını korumaya çalışarak : - “ Anneciğim unuttun mu babam öleli 10 sene oluyor. Yat uyu şimdi, sabah birlikte doktora kontrole gideriz. İlaçlarını gözden geçiririz. İstersen gel biraz bizde kal. Hem çocuklar da çok özlediler seni “ dedi.
Yaşlı kadın bir şey söylemeden kapattı telefonu. Dudaklarını büzdü. Ağlamaya başladı.
Bir yandan kaybolan yıllarına ağlıyor, bir yandan fısıltıyla kendi kendine söyleniyordu.

- “ Gitmem, O’nu bırakıp bir yere gitmem ben”.

KARANLIKTA KAYBOLAN YILLAR








Yaşlı kadın, daha önce hiç görmediği karanlık bir sokağa daldı…
Beynini karıncalandıran, narin bedenini ve yüreğini mengene gibi sıkan bir korkuyla yürüyordu.

Bir ara peşinde birileri varmış gibi irkilerek geri dönüp, sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen karanlık sokağa baktı.

Bomboştu sokak...

Ne bir karartı vardı, ne de ses oysa hissettiği korku onu yerinde duramaz hale getirmişti. Aniden koşmaya başladı...

Hem koşuyor, hem de bağırıyordu. Etrafında ne yardım isteyecek, ne de sesini duyacak kimse vardı.
Soluğu tıkanıp yüzükoyun yere kapaklanmak üzereyken uyandı.

Kan ter içinde kalmıştı...

Yaşlı kadın bir süredir uykuya daldığında her gece aynı kabusu görüyordu.

O gece de aynı kabusu görmüştü, yine kalp çarpıntısı ile uyandı. Saate bakmak için yatağında doğrulduğunda yanının boş olduğunu gördü.

Eşi, hayat arkadaşı, çocuklarının babası, sevdiği adam yanında yoktu.

“ Yine mi ve hâla mı?” diye sordu kendine.

Geçmişe gitti belleği sonra.

Gençti o zamanlar. Güzeldi de üstelik. Çok sevmişti kocasını, üç tane de çocuk dünyaya getirmişti ikişer yıl arayla. Hep çalışırdı kocası, işleri hep çok yoğundu. Geç gelirdi eve akşamları. İş toplantıları haftada iki ya da üç kez olurdu. Onun da kendine ait işleri vardı yaşadığı evin sınırları içinde. Günlük ev işleri, çocuk bakımı, temizlik, ütü bir de yemek. Dört duvar arasında geçip gidiyordu hayatı.

O dönemde eşinin eve geç gelmelerinin sayısı biraz daha artmıştı sanki.
Çocukları uyuttuktan sonra kadın için bekleme süresi başlardı. Televizyon da yoktu o zamanlar. Radyosu ve Kerime Nadir romanları eşlik ederdi bu bekleyişlere.
Saatler saatleri kovalar ama eşi eve gelemezdi bir türlü.
Yatağında yalnız uyumak çok zor gelirdi, bu yüzden inadına, beklerdi sabahlara kadar kocasını.

Bir süre sonra radyodaki müziğin sesini ince bir cızırtı alır, kitabı kucağına düşer, kanepeye kıvrılıp uyuya kalırdı.
Sabaha karşı kapıda dönen anahtarın sesini duyunca kocasının geldiğini anlardı, usulca kalkar, hiçbir şey sormadan yatağına giderdi.

Şimdiki kadınlar gibi değildi O. Gereksiz soru sormazdı. Hele “ Nerede kaldın bu vakite kadar?” gibi kapris kokan hesap sormaları hiç olmazdı. Bu kadar suskun oluşunun nedenini kendine zaman zaman sorsa da çoğu kere yanıtını kendi de bulamazdı

Bir gece yine eve geç geldi kocası. Her zamanki iş toplantılarından biri diye düşündü kadın ve yine bir şey sor-a-madı.
Adam ceket ve gömleğini çıkarıp pijamalarını giydi hiç konuşmadan yattı.
Kadın odaya girdiğinde ceket ve gömlekten gelen keskin parfüm kokusunu duydu. Her şeyin farkına o anda vardı. Bir başka kadınla paylaşıyordu sevdiği adamı.

Sustu, bir şey söyleyemedi. Suskunluğunun nedenini o zaman buldu. Susmasının nedeni ezikliği değil çaresizliğiydi. Annesi babası hayatta değildi. Çocuklarıyla gidebileceği bir baba evi bile yoktu. Çocuklarını babasız büyütmek istemiyordu…
Bunların hepsi de bahaneydi aslında. Garip bir tutkuyla bağlıydı sevdiği adama.
Onsuz kalmak, terk etmek ya da terk edilmek fikri bile göz yaşlarına boğuyordu kadını. Kimsenin bilmediği, içine akıttığı göz yaşlarına. O anlarda kendini hep tek başına ve çaresiz hissediyordu.

Bu anı da silindi gözlerinden yaşlı kadının. Şimdi belleğinde ve gözlerinin önünde, kimin olduğunu hatırlayamadığı bir cenaze töreni vardı. Bir sis perdesi ardında hatırlıyordu töreni.

Mezarlıktalardı.

İnsan kalabalığının ortasında kalmıştı, her zamanki gibi sessizce, boş gözlerle cenazeyi izliyordu.

Bir erkek koluna girmişti, bir kadın elini tutuyordu sımsıkı. Oğlu ve büyük kızı olmalıydı.

Birden kalabalığın arasında nasıl olduysa O kızıl saçlı kadını fark etti.

Kadının yanına yaklaştı, gözlerinin içine baktı.

İnsanı delip geçen koyu yeşil gözleri vardı. Gözlerinin rengi ağlamaktan daha da ortaya çıkmış ve yine ağlamaktan burnu kızarmıştı.
Kendinden oldukça gençti, yine de göz çevresinde hafif kırışıklıklar vardı.

Kadın yanına yaklaştıkça burnuna kadından gelen o keskin parfüm kokusu geldi.
Kokuyu hatırlamakta gecikmedi.Ne yapması gerektiğini bilemedi. Sadece baktılar iki kadın birbirlerine.
Hiç konuşmadılar.

İkisinin de gözleri öyle çok şey anlattı ki o kısa sürede, kendilerinden başka kimse bilemedi anlattıklarını.

Çok çabuk bu anıyı da sildi zihninden. – “ Neden hep geçmişi düşünüyorum?” diye sordu kendi kendine.

Yatağından kalktı.
Odanın ışığını açtı. Kocası yoktu işte yanında.

Battaniyeye sarılıp kanepeye uzandı. Beklemeye başladı. Şimdilerde çok kanallıydı televizyonlar. Kanallardan biri ona arkadaşlık yapardı nasıl olsa.

Bekledi, sabahın ilk ışıklarını görene kadar bekledi. Gelen giden yoktu.
“ Bu sefer tamamen gitti, ya dönmezse” diye düşündü.
Dayanamadı. Büyük kızının evine telefon etti.
Ağlamaklı bir sesle kızına - “ Kızım baban eve gelmedi. Dayanamıyorum artık. Usandım bu beklemelerden” dedi.

Kadının, telefonun öbür ucundaki kızı soğukkanlılığını korumaya çalışarak : - “ Anneciğim unuttun mu babam öleli 10 sene oluyor. Yat uyu şimdi, sabah birlikte doktora kontrole gideriz. İlaçlarını gözden geçiririz. İstersen gel biraz bizde kal. Hem çocuklar da çok özlediler seni “ dedi.


Yaşlı kadın bir şey söylemeden kapattı telefonu. Dudaklarını büzdü. Ağlamaya başladı.
Bir yandan kaybolan yıllarına ağlıyor, bir yandan fısıltıyla kendi kendine söyleniyordu.

- “ Gitmem, O’nu bırakıp bir yere gitmem ben”.

8 Ekim 2008 Çarşamba

VATANA ASKER

Yıllar önceydi.
Hatırladığım kadarı ile 1994 yılındaydık.
Eski işyerimdeydik.

Mesai arkadaşlarımdan birinin 6 yaşındaki oğlu anneannesi ile ziyaretimize gelmişti, siyah kıvırcık saçlı, kara gözlü cin gibi bakışlı, zeki bir çocuktu. Okula başlayacaktı, heyecanlıydı.

Arkadaşım bir yıl önce tekrar anne olmuş ve yine bir erkek bebeği olmuştu.

İş yerindeki diğer arkadaşlar, “ Oooo, çok şanslısın, iki erkek birden haa” diyerek takıldıklarında, o da “ Vatana asker yetiştiriyoruz da inşallah o zamana kadar bu terör olayları biter “ diyerek gülümsemişti.

O, vatana yetiştirilen askerlerden biri bu yılın ocak ayında askere gitti. Güneydoğu’da yapıyor askerliğini.

Anne ve baba oğulları ile her gün görüşüyorlar. Büyük bir stres içinde askerliğinin bitmesini bekliyorlar. Baba sıkıntıdan tansiyon hastası olmuş, anne psikolojik destek almaya başlamış.

En son görüştüğümüzde, “ Her sabah yataktan kalkar kalkmaz, evde temizlik yapmaya başlıyordum, hem de öyle böyle değil, bildiğin bahar temizliği, kötü bir haber gelirse, evde her şey yerli yerinde olsun diye, televizyon haberleri gözümüz kulağımız oldu baktım olacak gibi değil, psikologdan yardım istedim. Babası desen tansiyonu 18’den aşağı düşmüyor. Ne olacak böyle bilmiyorum? “ demişti.

Televizyonlarda acı haberi öğrendiğimde, arkadaşımı arayamadım bile, sadece isimlere baktım, bizim kıvırcık saçlı, kara gözlü askerin adı yoktu. Üzüntümden arkadaşımı arayamadım bile.

* * * * * *

Açık Öğretim işletme fakültesine kayıt yaptırmak için gelmişti.

Elindeki sarı zarfı bana uzatarak çok da ilgisiz bir şekilde, “ İnceler misiniz eksik bir şeyler var mı dosyamda? “ dedi.

Dosyaya baktım, eksik bir belge yoktu. Terhis Belgesi ilişti gözüme çünkü açık öğretim öğrencilerinin genellikle zarflarının içinde tecil belgeleri olurdu.

“ Askerlik bitmiş, ne güzel” dedim.
Yüzüme boş boş baktı. Sol gözünde tuhaflık vardı.
“ Bitti hocam “ dedi. “ Beni de bitirdi”.

Devam etti:
“ Ben kaçmadım askerlikten, tam da zamanında gittim, Şırnak’ta yaptım askerliğimi, çatışmaların birinde yaralandım, sol gözümü zor kurtardılar, şimdi sol gözümde yüzde otuz görme kaybı oluştu ama en kötüsü hocam, üç tane arkadaşım kollarımda şehit düştü. Bunu asla unutamam.

Oralarda ölmekten korkmuyorsunuz hocam, vatana kendinizi borçlu hissediyorsunuz, arkadaşlarınızın ardından gitmek istiyorsunuz. Anlatılamaz bir duygu bu. Şimdi ne kadar ömrüm varsa yaşayacağım hiç bir acı beni yerle bir edemez artık” dedi.

Belgelerin kontrolü bitmişti, orada kalabalığın içinde yaptığımız o kısacık konuşmanın sonunda ikimizin de gözlerinde biriken yaşların nedenini sadece o genç delikanlı ve ben biliyorduk.

* * * * *

“Blog” Not : Ne zaman şehit haberlerini duysam, yüreğimi tarifsiz bir acı kaplar.
“Artık yazmayacağım ben bu konuyla ilgili yazsam da ne değişiyor, acımız katlanarak büyüyor” diye düşünmeme rağmen, yine klavyem ve parmaklarım rahat bırakmadı beni.
Tüm şehitlerimizin ve şehit ailelerinin başı sağ olsun.

VATANA ASKER




Yıllar önceydi.
Hatırladığım kadarı ile 1994 yılındaydık.
Eski işyerimdeydik.

Mesai arkadaşlarımdan birinin 6 yaşındaki oğlu anneannesi ile ziyaretimize gelmişti, siyah kıvırcık saçlı, kara gözlü cin gibi bakışlı, zeki bir çocuktu. Okula başlayacaktı, heyecanlıydı.

Arkadaşım bir yıl önce tekrar anne olmuş ve yine bir erkek bebeği olmuştu.

İş yerindeki diğer arkadaşlar, “ Oooo, çok şanslısın, iki erkek birden haa” diyerek takıldıklarında, o da “ Vatana asker yetiştiriyoruz da inşallah o zamana kadar bu terör olayları biter “ diyerek gülümsemişti.

O, vatana yetiştirilen askerlerden biri bu yılın ocak ayında askere gitti. Güneydoğu’da yapıyor askerliğini.

Anne ve baba oğulları ile her gün görüşüyorlar. Büyük bir stres içinde askerliğinin bitmesini bekliyorlar. Baba sıkıntıdan tansiyon hastası olmuş, anne psikolojik destek almaya başlamış.

En son görüştüğümüzde, “ Her sabah yataktan kalkar kalkmaz, evde temizlik yapmaya başlıyordum, hem de öyle böyle değil, bildiğin bahar temizliği, kötü bir haber gelirse, evde her şey yerli yerinde olsun diye, televizyon haberleri gözümüz kulağımız oldu baktım olacak gibi değil, psikologdan yardım istedim. Babası desen tansiyonu 18’den aşağı düşmüyor. Ne olacak böyle bilmiyorum? “ demişti.

Televizyonlarda acı haberi öğrendiğimde, arkadaşımı arayamadım bile, sadece isimlere baktım, bizim kıvırcık saçlı, kara gözlü askerin adı yoktu. Üzüntümden arkadaşımı arayamadım bile.

* * * * * *

Açık Öğretim işletme fakültesine kayıt yaptırmak için gelmişti.

Elindeki sarı zarfı bana uzatarak çok da ilgisiz bir şekilde, “ İnceler misiniz eksik bir şeyler var mı dosyamda? “ dedi.

Dosyaya baktım, eksik bir belge yoktu. Terhis Belgesi ilişti gözüme çünkü açık öğretim öğrencilerinin genellikle zarflarının içinde tecil belgeleri olurdu.

“ Askerlik bitmiş, ne güzel” dedim.
Yüzüme boş boş baktı. Sol gözünde tuhaflık vardı.
“ Bitti hocam “ dedi. “ Beni de bitirdi”.

Devam etti:
“ Ben kaçmadım askerlikten, tam da zamanında gittim, Şırnak’ta yaptım askerliğimi, çatışmaların birinde yaralandım, sol gözümü zor kurtardılar, şimdi sol gözümde yüzde otuz görme kaybı oluştu ama en kötüsü hocam, üç tane arkadaşım kollarımda şehit düştü. Bunu asla unutamam.

Oralarda ölmekten korkmuyorsunuz hocam, vatana kendinizi borçlu hissediyorsunuz, arkadaşlarınızın ardından gitmek istiyorsunuz. Anlatılamaz bir duygu bu. Şimdi ne kadar ömrüm varsa yaşayacağım hiç bir acı beni yerle bir edemez artık” dedi.

Belgelerin kontrolü bitmişti, orada kalabalığın içinde yaptığımız o kısacık konuşmanın sonunda ikimizin de gözlerinde biriken yaşların nedenini sadece o genç delikanlı ve ben biliyorduk.

* * * * *

“Blog” Not : Ne zaman şehit haberlerini duysam, yüreğimi tarifsiz bir acı kaplar.
“Artık yazmayacağım ben bu konuyla ilgili yazsam da ne değişiyor, acımız katlanarak büyüyor” diye düşünmeme rağmen, yine klavyem ve parmaklarım rahat bırakmadı beni.
Tüm şehitlerimizin ve şehit ailelerinin başı sağ olsun.

28 Eylül 2008 Pazar

Gökkuşağı Bayramlarım, Kırmızı Ayakkabılarım

Çocukluğumun ramazanları ve bayramları yaz aylarına rastlardı.

Geç vakit açılan oruçlar, geç kalkılan iftar sofraları, şimdiki gibi işi ticarete dökmeyen, mahallenin gençlerinden oluşan ve amacı sadece insanları sahura kaldırmak olan ramazan davulcuları, bir de dayımın baş ucundaki çalar saattir, çocukluğumun iftar ve sahurlarından aklımda kalan.

* * * * * *

1977 ya da 1978 yılının yaz aylarını yaşıyorduk.

En hareketli dönemlerinden biriydi ülkemin.

Bayrama birkaç gün kalmıştı.

Hiç bir şeyden habersiz, bayram sevinci ile dolup taşıyordum.

O bayramda da anneannemlerde olacaktık yine, teyzemler, dayımlar ve kuzenlerimle birlikte.

Yola çıkmadan önce son hazırlıklarımızı yapıyorduk ki akşama babam eve bir defterle geldi.

Kapağı pembe çiçekli, sayfaları bembeyaz bir defter. “ Al kızım, günlük tutmak istiyordun ya senin bu defter,, dedi.

Defterin kapağındaki iri pembe ve beyaz çiçekler sanki gerçekmiş gibi gelmişti gözüme ve kocaman bembeyaz sayfalarına yazmaya başlamıştım hemen :

“ Sevgili günlük,

İki gün sonra bayram. Çok sevinçliyim çünkü anneannemlerde olacağız hep birlikte.

Bakalım anneannem bu sefer şekerleri nereye saklayacak?

Haklı ama, bizden misafire şeker mi kalır?

Baklava da yapmıştır şimdi ne güzel.

Neyse, çok çok sevinçliyim sevgili günlük.

Senle sonra ayrıca tanışırız.

Bizimkileri anlatırım sana bir de bayramda yaptıklarımızı.

Şimdi eşyalarımı toplamam lazım.

Kitabımı yanımda götüreceğim yolda okurum.

Küçük Kadınlar’ı okuyorum, bilsen öyle güzel ki.

Annem, kardeşimle bana kırmızı fırfırlı elbise dikti bir de kırmızı ayakkabı aldı Reis’ten.

O kadar beğendim ki onları, üç gündür baş ucumda duruyorlar uyurken.

Neyse günlük, yazacak çok şey var daha, şimdilik hoşça kal.

Aaa bak aklıma ne geldi, seni de götüreyim ben oraya yazarım ara sıra,,

30 yıl geçmiş üzerinden, yazacaklarım bitmemiş.

Şimdi eski tadı olmasa da bayramların, bayramlarımız bizim.

Oğluma bayramlık giysiler aldım bir de yeni ayakkabılar. O da abarttı annesi gibi, giysileri ve ayakkabıları ile yatıyor iki gündür.

Çocukların sevinçleri olmasa ne anlamı kalır ki bayramların?

Not: Sen yoksun ya artık anneanne, şimdi de şeker ve çikolataları ben saklıyorum, şeker canavarı torununun çocuğundan.

Bize bakıp bakıp gülüyorsun değil mi oralardan?

Haaa, bir de ev baklavası yapan da yok artık.

Ne yapalım beceremiyor bu torunun işte evde baklava yapmayı.

Zaten yapsam bile tadı seninki kadar güzel olmaz ki.

Kimselere söyleme ama, aslında torunun bunu bildiği için hiç denemiyor evde baklava yapmayı anneanne.
* * *


*** “ Baş ucunda bayramlıkları Bayramda alacakları hediyelerin hayaliyle Uykuya dalan çocuğun mutluluğu ve heyecanı ile geçen Bir bayram dileği ile,

Sevgilerimizle ,,


*** Bu yazıyı yazmama esin kaynağı olan oğlumun sınıf öğretmenine, öğrencilerine yaptırdığı bayram şekerliği faaliyeti ve şekerliğin üzerine yazdığı anlamlı yazı için sonsuz teşekkürler ederim.

Gökkuşağı Bayramlarım, Kırmızı Ayakkabılarım



Çocukluğumun ramazanları ve bayramları yaz aylarına rastlardı.

Geç vakit açılan oruçlar, geç kalkılan iftar sofraları, şimdiki gibi işi ticarete dökmeyen, mahallenin gençlerinden oluşan ve amacı sadece insanları sahura kaldırmak olan ramazan davulcuları, bir de dayımın baş ucundaki çalar saattir, çocukluğumun iftar ve sahurlarından aklımda kalan.

* * * * * *

1977 ya da 1978 yılının yaz aylarını yaşıyorduk.

En hareketli dönemlerinden biriydi ülkemin.

Bayrama birkaç gün kalmıştı.

Hiç bir şeyden habersiz, bayram sevinci ile dolup taşıyordum.

O bayramda da anneannemlerde olacaktık yine, teyzemler, dayımlar ve kuzenlerimle birlikte.

Yola çıkmadan önce son hazırlıklarımızı yapıyorduk ki akşama babam eve bir defterle geldi.

Kapağı pembe çiçekli, sayfaları bembeyaz bir defter. “ Al kızım, günlük tutmak istiyordun ya senin bu defter,, dedi.

Defterin kapağındaki iri pembe ve beyaz çiçekler sanki gerçekmiş gibi gelmişti gözüme ve kocaman bembeyaz sayfalarına yazmaya başlamıştım hemen :

“ Sevgili günlük,

İki gün sonra bayram. Çok sevinçliyim çünkü anneannemlerde olacağız hep birlikte.

Bakalım anneannem bu sefer şekerleri nereye saklayacak?

Haklı ama, bizden misafire şeker mi kalır?

Baklava da yapmıştır şimdi ne güzel.

Neyse, çok çok sevinçliyim sevgili günlük.

Senle sonra ayrıca tanışırız.

Bizimkileri anlatırım sana bir de bayramda yaptıklarımızı.

Şimdi eşyalarımı toplamam lazım.

Kitabımı yanımda götüreceğim yolda okurum.

Küçük Kadınlar’ı okuyorum, bilsen öyle güzel ki.

Annem, kardeşimle bana kırmızı fırfırlı elbise dikti bir de kırmızı ayakkabı aldı Reis’ten.

O kadar beğendim ki onları, üç gündür baş ucumda duruyorlar uyurken.

Neyse günlük, yazacak çok şey var daha, şimdilik hoşça kal.

Aaa bak aklıma ne geldi, seni de götüreyim ben oraya yazarım ara sıra,,

30 yıl geçmiş üzerinden, yazacaklarım bitmemiş.

Şimdi eski tadı olmasa da bayramların, bayramlarımız bizim.

Oğluma bayramlık giysiler aldım bir de yeni ayakkabılar. O da abarttı annesi gibi, giysileri ve ayakkabıları ile yatıyor iki gündür.

Çocukların sevinçleri olmasa ne anlamı kalır ki bayramların?

Not: Sen yoksun ya artık anneanne, şimdi de şeker ve çikolataları ben saklıyorum, şeker canavarı torununun çocuğundan.


Bize bakıp bakıp gülüyorsun değil mi oralardan?

Haaa, bir de ev baklavası yapan da yok artık.

Ne yapalım beceremiyor bu torunun işte evde baklava yapmayı.

Zaten yapsam bile tadı seninki kadar güzel olmaz ki.

Kimselere söyleme ama, aslında torunun bunu bildiği için hiç denemiyor evde baklava yapmayı anneanne.
* * *

*** “ Baş ucunda bayramlıkları Bayramda alacakları hediyelerin hayaliyle Uykuya dalan çocuğun mutluluğu ve heyecanı ile geçen Bir bayram dileği ile,
Sevgilerimizle ,,

*** Bu yazıyı yazmama esin kaynağı olan oğlumun sınıf öğretmenine, öğrencilerine yaptırdığı bayram şekerliği faaliyeti ve şekerliğin üzerine yazdığı anlamlı yazı için sonsuz teşekkürler ederim.

25 Eylül 2008 Perşembe

Ev Halleri

“ Aman sen evinin kapısını kilitle- dışarıda olup bitenleri duyma kızım” derdi anneannem.
İyi güzel de, ya içeride olanlar? Aynı evi paylaştıklarımız ya da çok istediğimiz halde paylaşa-madıklarımız? Onları ne yapacağız?

Öğrencilik yıllarımdı. Özel bir yurtta kalmak istemiştim. Hangi öğrenci bütün öğrencilik dönemi boyunca yurtta kalabilir ki? En azından benim zamanımda bile bu çok mümkün değildi.

Birkaç arkadaş eve çıkmaya karar vermiştik.
Kararımı hayata geçirdikten sonra başlangıçta her şey çok güzeldi. Evlilikte balayı gibi. Ancak yaşadıklarım bana şunları öğretti:

- Eve çıkacağın arkadaşın, senle birlikte iki kişi olacak. Okul döneminde iki kişiden çok arkadaşla ev paylaşmak tamamen sorun.

- Her insan farklı yapıya sahiptir, okulda çok iyi arkadaş olduklarımızla aynı evde anlaşamamak da mümkündür. Bu sanırım insanın doğasında var. Onca yıllık birlikteliklerin sonunda yapılan evliliklerin birkaç ay içinde bitmesi gibi.

- Yemek, bulaşık ve temizliğin sıraya konulması insanı kalıbın içine sokar. Oysa birlikten kuvvet doğar.

- Öğrencilik günlerimiz hayatlarımızda her zaman yaşayacağımız bir dönem değildir. Birbirimizi tüketmek yerine keyfini çıkarmak gerek. ( Yanlış anlaşılmasın, ben çok da güzel bir öğrencilik dönemi geçirdim, tek şaşırdığım okulda çok iyi arkadaş olduğum bir iki kişiyle aynı evde anlaşamamış olmamızdı )

Tüm bu nedenlerle yalnız kalmayı sevmem, zaman zaman evde kendimle baş başa kalmayı tercih etmemin nedeni işte bu öğrencilik dönemlerime rastlar.

* * * * *

Şimdi kendi evimi kurduktan sonra evde hoşuma gitmeyenler ise;
- Kendi saçlarımın yerler,halılara ve banyoya dökülmesi ( Bunun için bulaşık eldiveni çok işe yarıyormuş yeni öğrendim), mevsimdendir diye de kendimi teselli ediyorum.
- Tüm ısrarlarıma rağmen oğlumun odasında dağıttığı oyuncaklarını toplamaması,
- Evin çok çabuk dağılması,
- Cadde üzerinde oturduğumuz için, bitmeyen trafik gürültüsü,
- Yine aynı nedenden çok kısa sürede kirlenen perde ve tüller,
- Yaz aylarında ütü yapma zorunluluğu LL
* * * *

Yıllar geçmiş, öğrencilik bitmiş, çoktan hayatla sarmaş dolaş olmuşuz.
O zamanki ev arkadaşlarım, şimdi kendi evlerinde nasıllar acaba?
Ah güzel anneanneciğim, kapıyı içeriden kilitlemekle olmuyormuş işte, hayat öğretti bunu.
Her şeye rağmen geçen yıllardan kalan bir reklam sloganı kulağıma küpedir benim :

“ Evdeki huzur; zenginlik budur ”
Deep Not: Beenmaya’cım sen bana topu atalı on gün olmuş. Bu kadar da uzun top yakalanmaz ki, daha yeni fark ettim.
Fotoğraf : http://www.deviantart.com/#order=9&q=home+pictures&offset=24

24 Eylül 2008 Çarşamba

Ev Halleri




“ Aman sen evinin kapısını kilitle- dışarıda olup bitenleri duyma kızım” derdi anneannem.
İyi güzel de, ya içeride olanlar? Aynı evi paylaştıklarımız ya da çok istediğimiz halde paylaşa-madıklarımız? Onları ne yapacağız?

Öğrencilik yıllarımdı. Özel bir yurtta kalmak istemiştim. Hangi öğrenci bütün öğrencilik dönemi boyunca yurtta kalabilir ki? En azından benim zamanımda bile bu çok mümkün değildi.

Birkaç arkadaş eve çıkmaya karar vermiştik.
Kararımı hayata geçirdikten sonra başlangıçta her şey çok güzeldi. Evlilikte balayı gibi. Ancak yaşadıklarım bana şunları öğretti:

- Eve çıkacağın arkadaşın, senle birlikte iki kişi olacak. Okul döneminde iki kişiden çok arkadaşla ev paylaşmak tamamen sorun.

- Her insan farklı yapıya sahiptir, okulda çok iyi arkadaş olduklarımızla aynı evde anlaşamamak da mümkündür. Bu sanırım insanın doğasında var. Onca yıllık birlikteliklerin sonunda yapılan evliliklerin birkaç ay içinde bitmesi gibi.

- Yemek, bulaşık ve temizliğin sıraya konulması insanı kalıbın içine sokar. Oysa birlikten kuvvet doğar.

- Öğrencilik günlerimiz hayatlarımızda her zaman yaşayacağımız bir dönem değildir. Birbirimizi tüketmek yerine keyfini çıkarmak gerek. ( Yanlış anlaşılmasın, ben çok da güzel bir öğrencilik dönemi geçirdim, tek şaşırdığım okulda çok iyi arkadaş olduğum bir iki kişiyle aynı evde anlaşamamış olmamızdı )

Tüm bu nedenlerle yalnız kalmayı sevmem, zaman zaman evde kendimle baş başa kalmayı tercih etmemin nedeni işte bu öğrencilik dönemlerime rastlar.

* * * * *

Şimdi kendi evimi kurduktan sonra evde hoşuma gitmeyenler ise;
- Kendi saçlarımın yerler,halılara ve banyoya dökülmesi ( Bunun için bulaşık eldiveni çok işe yarıyormuş yeni öğrendim), mevsimdendir diye de kendimi teselli ediyorum.
- Tüm ısrarlarıma rağmen oğlumun odasında dağıttığı oyuncaklarını toplamaması,
- Evin çok çabuk dağılması,
- Cadde üzerinde oturduğumuz için, bitmeyen trafik gürültüsü,
- Yine aynı nedenden çok kısa sürede kirlenen perde ve tüller,
- Yaz aylarında ütü yapma zorunluluğu LL


* * * *

Yıllar geçmiş, öğrencilik bitmiş, çoktan hayatla sarmaş dolaş olmuşuz.
O zamanki ev arkadaşlarım, şimdi kendi evlerinde nasıllar acaba?
Ah güzel anneanneciğim, kapıyı içeriden kilitlemekle olmuyormuş işte, hayat öğretti bunu.
Her şeye rağmen geçen yıllardan kalan bir reklam sloganı kulağıma küpedir benim :

“ Evdeki huzur; zenginlik budur ”


Deep Not: Beenmaya’cım sen bana topu atalı on gün olmuş. Bu kadar da uzun top yakalanmaz ki, daha yeni fark ettim.


Fotoğraf : http://www.deviantart.com/#order=9&q=home+pictures&offset=24





18 Eylül 2008 Perşembe

Bir Bebeklik Anısı ve Bir hastalık "Bronşiyolit"

2003 yılının kasım ayı oğlumla ilgili hatırlamak istemediğim bir anıyla doludur.
O’nun yaşadığı, bana göre ilk önemli hastalığı bu aya rastlar.

Oğlumun 4. ayını doldurduğu günlerdi. Bu günler, benim de hâla acemi annelik hallerimi üzerimden atamadığım günlerimdi.

O zamana kadar oğlumun önemli bir hastalığı olmamıştı.

Birkaç gündür burun tıkanıklığı sorunu yaşıyordu ve bebek olduğu için sadece burnuna tuzlu su verebiliyorduk. Sonra hafif hafif öksürükler başladı.

Yeni doğmuş bebeklerde ilaç kullanımı sakıncalı olduğundan ne yapacağımızı bilemedik. Bu arada biraz da ateşinde yükselme olmuştu. Neyse ki ateşini doğal yollarla düşürmeyi başarmıştım.

Çok kısa bir süre sonra soluk alıp verişlerinde değişiklik olmaya başladı. Derin derin nefes alıyordu, göğsü sıkışıktı.

Ne yapacağımızı şaşırmış halde doktoruna götürdük ve doktorumuz bizi acilen hastaneye yönlendirdi.

Hastanede oğluma soğuk buhar tedavisi yapmaya başladılar. Hastalığının adı
“ bronşiyolit” ti ve ben adını duymadığım bu hastalıkla ilk kez tanışıyordum.

Daha sonra yaptığım araştırmalar ve çevremde bu hastalığı yaşayan başka bebek ve iki, üç yaş arası çocukları gördüğümden “bronşiyolit” ile ilgili edindiğim bazı bilgileri ve tedavi için, doktorumuzun önerileri ışığında uyguladıklarımı paylaşmak istiyorum:

- Bronşiyolit, solunum yollarının en küçük dalları olan bronşçukların enfeksiyon nedeni ile daralması sonucu oluşan bir hastalık .
- Akut bronşiyoliti erken yaşamda üst solunum yolu bulguları sonrası gelişen hırıltı ile gelen bir hastalık olarak tanımlamak mümkün.
- Hastalık genellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıkça rastlanan mikrobik bir hava yolları iltihabı ve soğuk algınlığı gibi başlıyor. Bu noktada ilk önce hastalığı soğuk algınlığından ayırt etmek mümkün olmuyor. Hırıltıyı bazen ancak doktor duyabiliyor.
- Hafif bir bronşiyolit vakasını evde tedavi ederek atlatabilmek mümkün. Ciğerleri açmak için uzman doktorun tavsiye ettiği, buhar makineleri eşliğinde kullanılan bir ilaç alınabilir. Bu ilacı, hastalığın seyrine göre birkaç gün, gün içinde 4 ya da 6 saatte bir uygulamak gerekli.

- Hastalık sırasında ve sonrasında evde asla sigara içimine izin verilmemesi çok önemli.

- Hastalık seyrederken çocuğa mümkün olduğunca sık su içirmek çok faydalı.

- Hastalık fark edilip de ilk önlemler alınmazsa, hastaneye gidilmesi, hatta hastanede kalınması gereken ağır bir vakaya da dönüşebilme olasılığı yüksek.

- Zaman içinde çocuk büyüdükçe ve doğru tedavi yapıldıkça hastalık geriliyor. Uzmanlar özellikle yaz aylarında çocukların denize girmesini önemle tavsiye ediyorlar.
Deniz suyunun bronşları açma özelliği olduğunu vurguluyorlar.

2003 yılının o kötü kasım ayından sonra, oğlumdaki bronşiyolit vakaları birkaç kere daha tekrar etti. Ne var ki bundan sonra neler yapmam gerektiğini bildiğim için daha temkinliydim. Dört yaşını doldurduktan sonra da bir daha oğlumda bronşiyolit vakasına rastlayacağım bir sorun yaşamadım.

Beni o dönemlerde üzen ve korkutan bu hastalığın aslında çok çabuk tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu, önemli olanın sadece tanının doğru ve zamanında konulması gerektiğini tecrübe ederek öğrenen bir anne olarak, yaşadıklarımı özellikle altı ay ile üç yaş arası çocukları bu hastalığı yaşayan tüm annelerle paylaşmak istedim.