28 Ağustos 2011 Pazar

KENDİMLE KONUŞMALAR ...


- Ne tuhaf on günlük tatile girdik ama ben tatil ve bayram  havasına giremedim henüz.
Bu kadar uzun tatili sevemedim sebebi belki budur.
***
- Yazmaktan çok okumak istiyorum bu aralar. Bir de tembellik yapmak, uzun uzun uyumak, sabah keyifleri;   hafta sonu ile birlikte yıl içindeki son boş dönemime girdim ve bu dönem sadece üç hafta sürecek.
***
- " Yaz bitiyor di mi anne ? " demese oğlum, ağustosun sonuna gelmişiz farkında değilim.
Gerçekten yaz bitiyor, eylül geliyor. Eylülün başlangıç ayı olduğunu düşünürüm hep.
Okullar açılır, üniversitelere kayıtlar başlar, yıllık izinler biter herkes eylül ayı itibarıyla işinin başındadır artık.
***
- Eskiden 31 Ağustos gecesi parti yapardık arkadaşlarla, ağustosu yolcu eder; eylülü karşılardık. Gitar çalar şarkılar söylerdik, bir keresinde feci bir yağmura yakalanmıştık nereden geldiyse şimdi aklıma ?
***
- Tiyatroyu özledim, sezon açılsa da bir kaç güzel oyun izlesem.
***
- Pencere pervazına yeni bir güvercin çifti geldi, iki tane yumurta bıraktılar yine, bakalım bunların sonucu ne olacak? Yahu bu kuş cinsi yaz ortasında yumurtlar mı? Ayın 15'inden beri kuluçkada yavrucak. Çok da azimli. Arada sırada eşi beyefendi geliyor ziyarete, ağzında çalı çırpı falan. Hani gurbette çalışan, eşini ara sıra gören adamlar var ya bu da öyle. Ohh sen gez dolaş, kadın yumurtanın üzerinde beklesin, nedir doğanın kadın cinsine bu zulmü acaba?
Bu arada,  aylardır pencerenin bu bölümüne dokunamıyoruz, hanım efendiler ve ara sıra gelen muhterem eşleri rahat etsinler diye...
***
- Saat 23:00 olmasına rağmen cadde ne  kadar da sessiz, galiba kimse tatil ve bayram havasında değil henüz.
***
- Hadi bakalım, bu kadar gevezelik yeter, şimdi geceye karışma zamanı ...

26 Ağustos 2011 Cuma

BİR TUTAM DİLEK


Evlerimizde huzur, ceplerimizde umut olsun.

Ağzımızdan bayram şekeri tadı eksik olmasın.

Yüreklerimiz, başucunda bayramlıklarıyla uyuyan çocuk heyecanıyla dolsun.

Dostluklar bozulmasın, barış olsun, huzur olsun.

Bayramımız kutlu olsun ...


23 Ağustos 2011 Salı

YILLARIN İÇİNDEN ÖZEL MİSAFİR


Dün çok özel bir konuğum vardı.
Yirmi yıldır görüşmüyorduk.
Biraz heyecanlandım haliyle, uzun yıllar görmeyince birbirimizi oturup ne konuşacağız diye düşündüm önce.
 Sonra hazırlık yaptım.

Çikolatalı sufle yaptım ona; o zamanlar çok severdi; sufle yapmak kolay değil, birlikte deneyip elimize yüzümüze bulaştırdığımız zamanlar çok olmuştu, dondurma da severdi; sufleyi dondurma eşliğinde ikram ederim diye düşündüm.


Gelmesine yakın giyindim, hafif makyaj yaptım. Az sonra kapı çaldı, konuğum geldi.

Çok şaşırdık birbirimizi görünce; gözlerim doldu. O samimiyetle sarıldı boynuma; hiç değişmemişsin diyerek. - Değişmez olur muyum?Değiştim elbet; yalandı ikimiz de biliyorduk bunu. -

Uzun uzun yüzüne baktım, kızıla yeni boyattığı saçlarına, hiç kırışık olmayan yüzüne...
Kot pantalon üzerine siyah bir ceket giymişti, sahi o zamanlar bu modaydı değil mi?  Kotun üzerine siyah ceket.
İncecikti; -biraz kıskandım zayıflığını itiraf edeyim-.

Nasıl bu kadar incesin diye sordum, haftanın üç günü spor salonuna gidiyormuş, aerobik yapıyorlarmış ve tempolu yürüyüş yapıyormuş.
Yaparsın tabii dedim içimden, bekarsın, çoluk yok çocuk yok, oooh keyfini sür bu günlerin, çabuk geçiyor.

Söz kitaptan açıldı, kitaplarıma baktı " Halen okuyorsun  değil mi ?" dedi.
"Evet dedim, o hiç değişmedi; artan oranda okuyorum halen" diye gülerek yanıtladım onu.

Ne okuduğunu sordum, klasikleri okuyormuş, Suç ve Ceza'yı yeni bitirmiş, Madam Bovary'e başlamış ama hiç bir şey anlamamış. Çevirisindendir dedim.
İnternetten düzgün çevirili olan klasikleri almasını önerdim ona; şaşırarak baktı yüzüme -İnternet ne ki? dedi. Doğru o zamanlar internet yoktu ki.

Sonra aşkı konuşmaya geldi sıra;  hayatında biri olup olmadığını sordum; hınzır bir gülüş yayıldı yüzüne; sen benden daha iyi bilirsin dedi. Sesimi çıkartmadım.

Oğlumun fotoğrafını gördü, inceledi, bana benzediğini söyledi. Bu da aşkın başka türlüsü dedim, bu sefer de o sesini çıkartmadı.

Sonra geçmişi konuştuk, hayal kırıklıklarımızı, sevinçlerimizi, hüzünlerimizi. Hayatımızdan gidenleri, temelli kalanları, yeni girenleri ...

Çikolatalı sufleye bayıldı, ilerletmişsin sufle işini dedi gülerek. Dondurmasını da iştahla yedi.

O kadar uzun sohbet ettik ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile.

Vedalaştık sonra, aynı samimiyetle  kucaklaştık  kapıda  o giderken.

Merdivenlerden inerken balkona koştum ardından el sallamak için; göremedim, üzüldüm göremeyince...

Yıllar öncesinden çıkıp gelen yirmi üç yaşım çoktan sokaktaki kalabalığa karışmıştı.

****
Not 1 : Bu yazı Yaşamın Kıyısında'nın son yazısındaki Can Yücel şiirinden esinlenerek yazılmıştır.
Not 2: Yirmi üç yaşımla çok eğlendim,  9 -10 - 17 yaşlarımı da bir ara davet etmeyi düşünüyorum gelirlerse ...


22 Ağustos 2011 Pazartesi

EN GÜZEL HEDİYE

Kendimi bildim bileli kitap hediye etmeyi ve kitap hediye almayı  sevmişimdir.

Her iki durum da heyecan verir bana.

Hediye edilmiş kitabı hediye paketinden açmak, ne olduğuna bakmak; eğer okumayı istediğim bir kitapsa sevinmek çok sevinmek; kitap hediye ettiklerimin de benzer duygular yaşaması çocukluğumdan beri vazgeçilmezim olmuştur.

Sevgili Blog arkadaşım Buğday Tanesi blog ortamında  hoş bir etkinlik başlattı geçenlerde, yapılan çekiliş sonucunda herkes birbirine kitap hediye etti. Buğday Tanesi bana ben de Leylak Dalı'na.

İtiraf etmem gerekirse sevgili Leylak Dalı'na kitap seçerken zorlandım.
Okuduğu kitapları kendime referans aldığım birine kitap seçmek zorladı beni.
Bir de kitabı kargoya vermek için gittiğimde görevli kız alıcının adını sorduğunda kendimden çok emin "Leylak Dalı" dedim; kızın " Nasıl yani ?" sorusuyla kendime geldim :))

Cumartesi günü kurye kapıya gelince sevinçten havalara uçtum tabii, gelen kitap okumayı planladığım ama hep ertelediğim Özgürlüğe Kurşun'du.
Daha da güzeli, kitabın yanında üzerinde HAYAT İZLERİM yazan zarif bir çerçeve göndermişti Buğday Tanesi.

Böyle hatırlanmak bana kendimi hem özel hem de iyi hissettirdi.

Ne güzel;  blog arkadaşlarımı sanki kırk yıldır tanıyormuşum gibi hissediyorum kendimi. Bu duygudur  aslında bana kendimi özel hissettiren...

19 Ağustos 2011 Cuma

RÜZGAR GİBİ ...



- Yaşlanmak yer çekimine yenik düşmekmiş.

- Bir çok şeyi aynı anda yapmak istemek ama sadece birini yapabilmekmiş.

- Vücudundaki her kemiğin ayrı ayrı ağrıması demekmiş.

- Öğlen uykularının artması demekmiş.

- Bastonun üçüncü bacak görevi yapması demekmiş.

- Torunların büyüdüğü zamanları, evlendiklerini, çocuklarını göremeyecek olmanın eksikliğini duymak demekmiş.

- Mızmız olmak, hiç bir şeyi beğenmemek demekmiş.

- Her gün bir avuç dolusu ilaç içmek demekmiş.

- Kulağın ağır işitmesi, gözün daha az görmesi demekmiş.

-Eğer halen gezecek halin varsa belediye otobüslerine ücretsiz binmek demekmiş.

- Gençlerin itibar etmesi, yardımcı olması demekmiş.

-Yaşlanmak çabucak geçip giden gençliğin ardından umutsuzca el sallamak demekmiş ...

***
Ben söylemiyorum bunları, geçen gün apartman komşuları anneme ziyarete geldi de, komşuları ben ağırladım.

Yaş ortalaması seksen olan teyzelerin ortak fikirleri bunlar.

Aklıma Oscar Wilde'ın o ünlü şarkısı geldi  : "I know what it is to  be young, but you don't  know what it is to be old". - Ben gençliğin ne olduğunu biliyorum ama sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun -

Onları dinleyince hüzünlendim ben de, gerçekten bu kadar hızlı mı geçiyor gençlik, rüzgar gibi?


Fotoğraf : Annemin albümünden, annem çocukken ...


















16 Ağustos 2011 Salı

KENDİNİ OKUTAN KİTAPLAR




Bu aralar ödev yapar gibi kitap okuyorum.

Okuduğum bir kitap, bir başka kitabın  sayfalarını aralamama neden oluyor.

Bu yaz beni en çok etkileyen kitaplar, Bizans Sultanı, Kinyas ve Kayra, Eva Luna ve İskender oldu.

Kinyas ve Kayra ile yer altı edebiyatıyla tanışmış oldum ki bunun en iyi örneği Bukowski' dir.
Kitaptaki çoğu cümle çok etkiledi beni.
Bu kitap sayesinde bir yandan  roman kahramanlarından nefret edip, bir yandan kitabın sonunu merak ediyorsunuz okur olarak.


Tabii daha kitap bitmeden yazarın son romanı AZ'ı aldım, özellikle bekletiyorum zira AZ'ı okumaya cesaretim yok sanırım:)
***
Bizans Sultanı'nı açıkçası bir tarih romanı düşüncesiyle aldım, fakat bambaşka bir kurguyla çıktı karşıma, bayıla bayıla okudum.
Tabii hemen yazarın en çok merak ettiğim Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir adlı romanını aldım. Bazen aldığım kitapları okumaya kıyamam ben, bu da böyle oldu, sırasını bekliyor.
Yaz bitmeden okunacak ama.
***
İskender'i hemen okumayı düşünmüyordum, fakat alıntı  iddialarını kendimce gözlemlemek adına okudum kitabı iyi ki de okumuşum. Sonuç, İskender'e,  kurgusuna bayıldım.
Yazarın ondan fazla karakterle başa çıkabilmesine hayran kaldım ve hemen İnci Gibi Dişler'e başladım. Henüz iki kitap arasında benzerlik göremedim.
Kitabın kapağını ve yazarın satış çabalarını beğenmiyorum. Bu "intihal" iddialarının bu çabalarla iligisi olabilir mi? Umarım değildir. Ben affetsem edebiyat affetmez :))
***
İsabel Allende'den gecikmeli de olsa Eva Luna'yı okudum veAllende'nin kalemine yine hayran kaldım. Yeni kitabı "Günlerin Getirdiği" ni son anda  almaktan vaz geçtim ama mutlaka alıp okuyacağım.
***
"Hikayeden Çocuk" la Onur Caymaz' la tanıştım. Kendime söz verdim kitaplığımda mutlaka bir Onur Caymaz kitapları köşesi olacak.

***
"İmkansızın Şarkısı" ertelediğim kitaplardan biriydi. Okuyunca en sevdiğim Murakami kitaplarından biri oldu. Murakami'yle ilgili fazla bir şey yazmama gerek yok sanırım:)

Bu kadar kitabı hangi arada okuduğumu düşünebilirsiniz.

Valla ben de bilmiyorum. Kitaplar okutuyorlar kendilerini.
Bir de  bildiğim sanırım okumadan nefes alamıyorum ...

10 Ağustos 2011 Çarşamba

NE OKUYOR ACABA?



Cuma günü oğlumu sinemaya götürdüm.

İzlemek istediği film vizyona yeni girdiğinden midir bilinmez; sinema ve sinemanın bulunduğu alışveriş merkezi çok kalabalıktı. İnsandan da sel olabiliyormuş ve insan konuşmaları birbirine karışınca uğultuya dönüşüyormuş bir kere daha  tecrübeyle sabitledim.

Oğlum sinemaya girdikten sonra ben de biraz  dolaştım, geri gelip oturdum kalabalık ve uğultu kesilmemişti.

 O  kalabalığın arasında  gözüme bir kadın ilişti.
Kadın  büyük bir ciddiyetle kitap okuyordu.

Üzerinde siyah uzun bir elbise vardı.  Saçlarını arkadan toplamıştı, yüzündeki  makyaj hafifti.

Kadını neden bu kadar inceledim biliyor musunuz?
Kitabını sanki çok tenha bir yerdeymiş ve üniversiteye tez hazırlıyormuş gibi bir ciddiyetle okuyordu.
Elindeki kırmızı tükenmez kalemle iki üç sayfada bir bazı yerlerin altını çiziyordu.

Kendimi bildim bileli umuma açık yerlerde kitap okuyan insanların ne okuduklarını merak ederim.
Kadının kitabını da merak ettim haliyle; fakat kitap masa üzerinde olduğu için ve kadın sürekli sayfaların altını çizdiği için kitabı göremiyordum.

Kadının duruşu, kalabalığa ve sese baş kaldırı gibiydi. " Ben buyum kardeşim: ses, gürültü alışveriş ilgilendirmez beni, kitabımı alırım keyfime bakarım" dercesine.

Bu arada merakım iyice arttı, yani öyle bir hale geldim ki, kitabın adını görebilsem hemen gidip satın alacağım ama yok kadın kitabı bir türlü masadan eline almıyordu.

Derken film bitti, çocuklar sinemadan çıktı, kadının yanına dokuz on yaşlarında bir kız geldi.

O arada benim oğlan da yanıma geldi, anne kız kalktılar ve gititler, ben oğlumla ilgilenirken son şansıımı da kaybetmiştim.
Kitabın adını öğrenemedim :((((

Sonra oğlumla alışveriş merkezinde dolaştık biraz.

Neredeyse yarım saat sonra anne ile kızı da  dolaşırlarken gördüm, onlar da hemen çıkmamışlardı demek veeeee kadın kitabı çantasına koymamıştı, kitap elindeydi, kapağı dışa dönüktü bu tesadüf sayesinde  kitabın  kitabın adını öğrenmiş oldum: " Kirpinin Zerafeti " . . .

5 Ağustos 2011 Cuma

SON SARDUNYALAR ...

Sabah saat 10:00’da kapı çalardı. Mahalleden arkadaşlarım : “Gelmiyor musun biz sokağa indik “ diye beni de çağırırlardı.

Anneme bakardım: “ Git hadi, öğle yemeğine gel ama “derdi.
Kapıdan çıkarken benden dört yaş küçük kardeşim “ Ben de geliceeeeem “ diye peşime takılırdı.

Sabahları bebeklerimizi alırdık. Sabahki oyunumuz “evcilik”ti .
Benim kara saçlı bir bebeğim vardı.Gözüm arkadaşımın sarı saçlı bebeğinde, onun gözü benim kara saçlı bebeğimde. . .

Öğlen olur, yemek vakti çoktan geçer biz “evcilik” oynardık…

. . .
Akşamüzerleri ayrı bir alemdi.

Mahallenin kızları ve oğlanları “yakan top” oynardık. Kızlar, erkeklere karşı.
Kızlar erkeklere savaş açardı oyunun sonunda. Onlar da ne acımasızdılar ama….

Sonra dağılırdık erkekler futbol oynardı. Biz “seksek”.

Nereden çıktı, kimin icadı hala bilmem” lastik” oynardık...
Zıp zıp zıplardık . Kendimize özel lastiklerimiz vardı. Annelerimizden lastik ister dururduk.
Bildiğimiz ‘ don lastiği’ bile önemliydi bizim için o günlerde.
. . . . .
Kış gelince sokak faslı biter mi ?

Kar yağsın diye gökyüzünün gözünün içine bakardık. Biraz kar tutsa yerleri, arabaları, gece yarısı bile sokakta olurduk kartopu oynamak için. O ayazda sokak, sokak dolaşan bozacıdan boza alır içerdik. Kardeşim daha küçük o zamanlar, bozacının sesinden korkar, kaçacak yer arardı.

…..


Dedemin sağlık sorunları nedeniyle, emeklilik dönemlerinde yaşamayı seçtikleri köyde  bambaşka çocukluk anılarım yüklüdür benim.

Elmayı, kirazı dalından koparır yerdik.
Hormonlu sebze ve meyvelerle tanışmamıştık henüz.
Bahçesinden maydanoz, taze soğan, taze nane toplardım anneanneme.
Ne zaman taze nane kokusu duysam aramızdan ayrılalı 20 koca yıl geçen, sevgisine doyamadığım anneannemi hatırlamam bundandır.

Körfez bu kadar kirli değildi o zamanlar. Oradaki arkadaşlarımla sandal sefalarımızı unutmam mümkün mü?

Akşam üzerleri yaptığımız voleybol maçları...

Beyaz saçlı tombik dedem maç hakemliği yapardı da taraf da tutmazdı hiç. Sezar’ın hakkı, Sezar’ a derdi.

Ya o yazlık sinemalar?

Kıyısından köşesinden ben de yakalamıştım o yazlık sinemaları.

Ne özenir bezenirdik o sinemalara gitmek için.

Sandalyelerde rahat edemezdim bazen … Şimdi “olsa da rahat edemesem” diyorum.

Çekirdek çitlemeden de film izlemezdik, illa olacaktı elimizde bir  külah ay çekirdeği. Havası bir başkaydı yazlık sinemaların.

Bazen aklıma düşer o günler. Unutamadığım, çocukluğum.

Biz aslında, Sezen Aksu’nun o unutulmaz şarkısındaki - Son Sardunyalar- dık ve –büyüdük- .

Hayatın sokaklarında koşmaya başlayınca anlıyor insan, özenle sakladığı güzel çocukluk anılarının insanı hayata karşı dik tuttuğunu.

2 Ağustos 2011 Salı

UYKU KARDEŞİM NEREDESİN?



Uykunun hayatımdaki  hayati önemini oğlum doğduktan sonra daha iyi anladım.

Gece bölünen uykular, emzirme saatleri, daha büyüdüğü zamanlarda hastayken başında sabahlamalar sonunda temel fizyolojik gereksinimlerim içinde benim için uykunun yemek ve su içmekten daha önemli olduğunu fark ettim.

Bu uykusuzluk halleri o kadar devam etti ki yıllar geçtiği, oğlum büyüdüğü halde ben artık eskisi gibi uyuyamaz oldum. Geç yatıp erken kalkmaya alıştım.

Şimdi bu yazıyı neden yazıyorum?

Şehrimizin malum sıcakları başladı.

Gece en düşük sıcaklık 35 derece olunca uyumanın imkanı yok.
Sürekli klima altında da yatılmıyor, pencere, balkon açsan sokağın gürültüsü gecenin bir vakti eve doluyor ve o bir gıdımcık uyku bölünüyor da bölünüyor.

İşte bu yazı uykusuz bir kaç gecenin üst üste gelmesi sonucunda oluştu.

Sonuç olarak; uykularınızın değerini bilin arkadaşlar, çünkü  ne para, ne güzellik ürünleri, ne aşk ne tutku; sağlıklı ve mutlu bir yaşam için en gerekli şey uyku ...

Bence tabii :))