26 Haziran 2008 Perşembe

Yarım Kalan Aşk ya da aşkın gücü

Ne yazarı tanıyordum, ne de kitabın adını daha önceden duymuştum.

Yıllar önce, kitap raflarından rast gele çekip almıştım okumak için.

Arka kapaktaki tanıtım yazısı ilginçti.

Yazarın adına baktım hemen; “ Marc Levy”.
Kitabın adı; “ Keşke Gerçek Olsa”.

Bir solukta okutmuştu kendini.

Değişik, okuru en başından içine çeken bir kurgusu vardı:

“ Lauren başarılı bir doktordur.

Geçirdiği trafik kazası sonucu bitkisel hayata girmiş ve çalıştığı hastaneye yatırılmıştır.

Bedeni hastanede yaşam mücadelesi vermekteyken, üstelik doktoru ve annesi durumun kötüye gidişinden ötürü otenazi yapılmasını isterken, Lauren’ın ruhu bedenini hastanede bırakıp, kaza geçirmeden önce yaşadığı ve çok sevdiği evine geri döner.
Oysa evin sahibi değişmiştir. Ev artık Arthur adlı bir mimara aittir.

Masal tadında devam eden romanda, ilerleyen sayfalar içinde Lauren’ın ruhu ile Arthur evin içinde birlikte yaşamaya başlarlar, doğal sonuç olarak Lauren’ın ruhu ile Arthur arasında bir yakınlık doğar, bu yakınlık aşka dönüşüverir.

Arthur Lauren’in hayatta kalması için elinden gelen her şeyi yapar, romanın sonuna doğru, Arthur çabalarının sonucunu alır ve Lauren verdiği yaşam mücadelesinden galip çıkar.

Görünürde aşk kazanmıştır, Arthur, aşkının gücü sayesinde Lauren’ın hayatını kurtarmıştır ancak romanın finalinde Arthur’u çok farklı ve hiç beklemediği bir sürpriz beklemektedir.

Lauren’ın ruhu bedeniyle buluşunca Arthur’u hatırlamaz.”

*****

Roman eski olduğu için ve sonrasında filmi de çekildiği için, klavyeme hakim olamadım romanı anlatıverdim, zaten asıl tanıtmak istediğim “ Keşke Gerçek Olsa” ya bağlı bir başka roman.

Geçtiğimiz günlerde Can Yayınları Marc Levy’nin yeni romanı “ Sizi Tekrar Görmek” i okurlarla buluşturdu.

Roman “Keşke Gerçek Olsa”nın devamı.

Keşke Gerçek Olsa’yı beğeni ile okuyanlar ya da filmini izleyenler, yazarın yeni romanını da aynı heyecanla okuyacaklar.
Romanı fazla anlatmadan minik bir ip ucu verelim. “Keşke Gerçek Olsa” da bu sefer roller tersine dönüyor. Okur, tersine dönen rolleri ile kahramanların mücadelesine tanık olurken diğer yandan aşkın gücünü de sorguluyor.

Marc Levy’nin okurun alıştığı üslubuyla, romanın tadını kaçırmadan, sayfalar içine biraz da aşk, entrika ve gizem serpiştirerek kurguladığı yeni romanı da en az eskisi kadar güzel.

Aşka dair yazılan romanlar içinde, sıkılmadan sadece kısacık, hafta sonunda okuyup bitirilebilecek hafif bir roman “ Sizi Tekrar Görmek”.

O hafta sonu canımız sıcaktan evden çıkmak istemiyorsa, ya da serinlemek için kendimizi deniz kenarına atmışsak, güneş ve deniz tatilimize eşlik ediyorsa bu roman okurlara çok iyi gelecek.

Meraklısı için bir de hatırlatma yapmak, isterim; Marc Levy geçtiğimiz aylarda Türkiye’deydi.

Marc Levy kökleri Türkiye’ye uzanan bir yazar.

Bildiğim kadarıyla dedesi Türk. Geçtiğimiz aylarda önce İzmir ardından da İstanbul yazarı konuk etti.

Yarım Kalan Aşk ya da aşkın gücü


Ne yazarı tanıyordum, ne de kitabın adını daha önceden duymuştum.

Yıllar önce, kitap raflarından rast gele çekip almıştım okumak için.

Arka kapaktaki tanıtım yazısı ilginçti.

Yazarın adına baktım hemen; “ Marc Levy”.
Kitabın adı; “ Keşke Gerçek Olsa”.

Bir solukta okutmuştu kendini.

Değişik, okuru en başından içine çeken bir kurgusu vardı:

“ Lauren başarılı bir doktordur.

Geçirdiği trafik kazası sonucu bitkisel hayata girmiş ve çalıştığı hastaneye yatırılmıştır.

Bedeni hastanede yaşam mücadelesi vermekteyken, üstelik doktoru ve annesi durumun kötüye gidişinden ötürü otenazi yapılmasını isterken, Lauren’ın ruhu bedenini hastanede bırakıp, kaza geçirmeden önce yaşadığı ve çok sevdiği evine geri döner.
Oysa evin sahibi değişmiştir. Ev artık Arthur adlı bir mimara aittir.

Masal tadında devam eden romanda, ilerleyen sayfalar içinde Lauren’ın ruhu ile Arthur evin içinde birlikte yaşamaya başlarlar, doğal sonuç olarak Lauren’ın ruhu ile Arthur arasında bir yakınlık doğar, bu yakınlık aşka dönüşüverir.

Arthur Lauren’in hayatta kalması için elinden gelen her şeyi yapar, romanın sonuna doğru, Arthur çabalarının sonucunu alır ve Lauren verdiği yaşam mücadelesinden galip çıkar.

Görünürde aşk kazanmıştır, Arthur, aşkının gücü sayesinde Lauren’ın hayatını kurtarmıştır ancak romanın finalinde Arthur’u çok farklı ve hiç beklemediği bir sürpriz beklemektedir.

Lauren’ın ruhu bedeniyle buluşunca Arthur’u hatırlamaz.”

*****

Roman eski olduğu için ve sonrasında filmi de çekildiği için, klavyeme hakim olamadım romanı anlatıverdim, zaten asıl tanıtmak istediğim “ Keşke Gerçek Olsa” ya bağlı bir başka roman.

Geçtiğimiz günlerde Can Yayınları Marc Levy’nin yeni romanı “ Sizi Tekrar Görmek” i okurlarla buluşturdu.

Roman “Keşke Gerçek Olsa”nın devamı.

Keşke Gerçek Olsa’yı beğeni ile okuyanlar ya da filmini izleyenler, yazarın yeni romanını da aynı heyecanla okuyacaklar.
Romanı fazla anlatmadan minik bir ip ucu verelim. “Keşke Gerçek Olsa” da bu sefer roller tersine dönüyor. Okur, tersine dönen rolleri ile kahramanların mücadelesine tanık olurken diğer yandan aşkın gücünü de sorguluyor.

Marc Levy’nin okurun alıştığı üslubuyla, romanın tadını kaçırmadan, sayfalar içine biraz da aşk, entrika ve gizem serpiştirerek kurguladığı yeni romanı da en az eskisi kadar güzel.

Aşka dair yazılan romanlar içinde, sıkılmadan sadece kısacık, hafta sonunda okuyup bitirilebilecek hafif bir roman “ Sizi Tekrar Görmek”.

O hafta sonu canımız sıcaktan evden çıkmak istemiyorsa, ya da serinlemek için kendimizi deniz kenarına atmışsak, güneş ve deniz tatilimize eşlik ediyorsa bu roman okurlara çok iyi gelecek.

Meraklısı için bir de hatırlatma yapmak, isterim; Marc Levy geçtiğimiz aylarda Türkiye’deydi.

Marc Levy kökleri Türkiye’ye uzanan bir yazar.

Bildiğim kadarıyla dedesi Türk. Geçtiğimiz aylarda önce İzmir ardından da İstanbul yazarı konuk etti.

5 Haziran 2008 Perşembe

O... ÇOCUKLARI

“ Balıkların suyunu değiştirmeseydin, ölmeyeceklerdi.
Onlar kirli suda yüzmeye alışıklar, temiz suyu kabullenemediler, bu çocukların hayatlarını da değiştirme, ağlamayı öğretme onlara” diyordu Mehtap Anne filmin bir karesinde İtalyan Donatella’ya.

“Senin yanında on beş dakika kalan sana kesinlikle aşık olur” diyordu bir başka karede bıçkın delikanlı Saffet yine İtalyan Donatella’ ya.

“ Suçun ne abla? Diyordu, Bağdagül ya da kendi değiştirdiği adı ile Hatice, siyasi suçtan aranan Meryem’e : “ Suçun ne ki seni bu kadar arıyorlar ?” ve “ Suçum insanları sevmek; çok sevmek diye yanıtlıyordu bir diğer karede işlediği “ SUÇ” nedeniyle kızından ayrılmak zorunda bırakılan Meryem, Hatice’nin sorusunu.
* * * * *

Dönem filmlerini hep beğeni ile izlemişimdir.

Beğeni nedenim o kadar çok ki; saymakla bitmez.

Yakın tarihimize ışık tuttuğu için, o dönemleri yaşamış insanların hayatlarını değiştirmek zorunda kalışlarını, ruhlarında, kişiliklerinde bıraktığı onarılmaz yaraları, özellikle yeni yetişen jenerasyona başarı ile aktarabildikleri için, favorilerim arasında olmuştur dönem filmleri.

Bu nedenle iki yıl önce izlediğim ve beynime kazıdığım Sırrı Süreyya Önder imzalı Beynelmilel filminden sonra aynı ismi “ O … Çocukları” nda da görünce, Beynelmilel’in tadı damağımdaki referansı ile izledim “ O … Çocukları” nı.

Yine bir dönem filmiydi, değişen hayatlar, çekilen acılar, katlanılması güç ayrılıklar, zorla bitirilen yaşamlar vardı filmin içinde. Bir ülkenin yaşamaması gereken bir süreci anlatıyordu tüm çıplaklığı ile.

Oyuncular, performans hepsi mükemmeldi, ancak filmin sonu değişik duygular uyandırdı bende.

Keyifle yenen dondurmanın külahını son anda yere düşürmek gibi bir duyguydu bu.

O güzel senaryo, muhteşem oyuncular bir kenara itilmiş de, filmin sonunu en kısa sürede nasıl kotarabiliriz çabalarına girilmiş gibi. Argo kelimeler Mehtap Anne’nin ağzına yakışsa da, sanki izleyici argodan çok hoşlanırmış ya da argo içeren filmler daha çok izleyici bulurmuş gibi… Filmin sonu başka türlü bağlanamazmış gibi.
Filmin sonunda, düşen dondurmasının ardından yere üzülerek bakan çocuk gibi hissettim ben de kendimi.
* * * *

O… ÇOCUKLARI

Yönetmen : Murat Saraçoğlu

Senaryo : Sırrı Süreyya Önder

Oyuncular : Altan Erkekli, Özgü Namal, Şevket Çoruh, Demet Akbağ, Mahir İpek, İpek Tuzcuoğlu, Sarp Apak, Gökhan Atalay, Sezin Akbaşoğulları

Yapımcı : Selay Tozkoparan Oğuz
Görüntü Yönetmeni : Cengiz Uzun
Müzik : Kıraç
Süre : 2 saat, 00 dk.
Gösterim Tarihi : 16 Mayıs 2008

O... ÇOCUKLARI


“ Balıkların suyunu değiştirmeseydin, ölmeyeceklerdi.
Onlar kirli suda yüzmeye alışıklar, temiz suyu kabullenemediler, bu çocukların hayatlarını da değiştirme, ağlamayı öğretme onlara” diyordu Mehtap Anne filmin bir karesinde İtalyan Donatella’ya.

“Senin yanında on beş dakika kalan sana kesinlikle aşık olur” diyordu bir başka karede bıçkın delikanlı Saffet yine İtalyan Donatella’ ya.

“ Suçun ne abla? Diyordu, Bağdagül ya da kendi değiştirdiği adı ile Hatice, siyasi suçtan aranan Meryem’e : “ Suçun ne ki seni bu kadar arıyorlar ?” ve “ Suçum insanları sevmek; çok sevmek diye yanıtlıyordu bir diğer karede işlediği “ SUÇ” nedeniyle kızından ayrılmak zorunda bırakılan Meryem, Hatice’nin sorusunu.


* * * * *

Dönem filmlerini hep beğeni ile izlemişimdir.

Beğeni nedenim o kadar çok ki; saymakla bitmez.

Yakın tarihimize ışık tuttuğu için, o dönemleri yaşamış insanların hayatlarını değiştirmek zorunda kalışlarını, ruhlarında, kişiliklerinde bıraktığı onarılmaz yaraları, özellikle yeni yetişen jenerasyona başarı ile aktarabildikleri için, favorilerim arasında olmuştur dönem filmleri.

Bu nedenle iki yıl önce izlediğim ve beynime kazıdığım Sırrı Süreyya Önder imzalı Beynelmilel filminden sonra aynı ismi “ O … Çocukları” nda da görünce, Beynelmilel’in tadı damağımdaki referansı ile izledim “ O … Çocukları” nı.

Yine bir dönem filmiydi, değişen hayatlar, çekilen acılar, katlanılması güç ayrılıklar, zorla bitirilen yaşamlar vardı filmin içinde. Bir ülkenin yaşamaması gereken bir süreci anlatıyordu tüm çıplaklığı ile.

Oyuncular, performans hepsi mükemmeldi, ancak filmin sonu değişik duygular uyandırdı bende.

Keyifle yenen dondurmanın külahını son anda yere düşürmek gibi bir duyguydu bu.

O güzel senaryo, muhteşem oyuncular bir kenara itilmiş de, filmin sonunu en kısa sürede nasıl kotarabiliriz çabalarına girilmiş gibi. Argo kelimeler Mehtap Anne’nin ağzına yakışsa da, sanki izleyici argodan çok hoşlanırmış ya da argo içeren filmler daha çok izleyici bulurmuş gibi… Filmin sonu başka türlü bağlanamazmış gibi.


Filmin sonunda, düşen dondurmasının ardından yere üzülerek bakan çocuk gibi hissettim ben de kendimi.


* * * *

O… ÇOCUKLARI

Yönetmen : Murat Saraçoğlu

Senaryo : Sırrı Süreyya Önder

Oyuncular : Altan Erkekli, Özgü Namal, Şevket Çoruh, Demet Akbağ, Mahir İpek, İpek Tuzcuoğlu, Sarp Apak, Gökhan Atalay, Sezin Akbaşoğulları

Yapımcı : Selay Tozkoparan Oğuz
Görüntü Yönetmeni : Cengiz Uzun
Müzik : Kıraç
Süre : 2 saat, 00 dk.
Gösterim Tarihi : 16 Mayıs 2008

3 Haziran 2008 Salı

İLK KOMŞULARIM

Her şey bir tülün arkasında saklı şimdi.
Bildiğimiz, pencerelerimize astığımız bembeyaz bir tül.

. . .

Onları tanıdığımda 3- 4 yaşlarımdaydım.
Moda’da ilk oturduğumuz Akasya Apartmanı’nda komşularımızdı onlar bizim.
Beş katlı apartmanın en üst katında otururduk, hemen bir alt katımızda da Onlar.
İkisi de uzun sayılabilecek bir yaşamı birlikte paylaşmışlar ve evliliklerinin üzerinden hatırı sayılır yıllar geçmişti.

Hiç çocukları olmamıştı bu süre içinde. En büyük özlemleri de buydu işte.

Şimdi, yaşlılık demleri kapıya gelip dayandığında, yıllar süren çocuk özlemine bir de hiç sahip olamayacaklarını bildikleri torun özlemi eklenmişti.

Yine de birbirlerine yetmeye çalışıyorlardı karı koca.

Zaman zaman annemden izin isteyip beni yanlarına alıyorlardı, ya da ben “ Aşağıdaki babaanne ve büyük babaya gidebilir miyim anne?” diyerek izin alıyordum annemden.
- Ben doğmadan uzun yıllar önce vefat ettiklerinden, hiç tanıyamadığım babaannem ve büyük babamın yerine koyuvermiştim onları bir çırpıda.-

Evlerine gittiğimde, çocuk akımla ilk dikkatimi çeken, eski eşyalar ve temizlik kokusu olurdu. Bir de duvarda asılı duran, o zamanki gözlerime çok büyük gelen kocaman bir ut.

Büyük bir kitaplıkları vardı ve içinde ciltli kitaplar. - “ Bunları istiyorum” dediğimde, “ Okula git, biraz büyü, okuma yazma öğren o zaman” derdi, büyükbaba yerine koyduğum yaşlı amca.
“ Babaanne” ise, reçelli ekmekler ve taze sıkılmış portakal suyu getirirdi her seferinde.

Sonrasında annemle şu konuşmalarına tanık olurdum:
Aaa , içti mi portakal suyunu, bak ben evde içiremiyorum” .
“ Evet evet içti valla. Reçelli ekmek verdim, iki dilim de ondan yedi.”


Nasıl yemezdim o reçelli ekmekleri, baharda çilek reçeli, kışın ayva reçeli, kokusuna, tadına doyamadığım çeşit çeşit ev yapımı reçeller.
Bu yüzdendir, şimdi bile ev yapımı reçelleri, hazır reçellere tercih etmem.

Babam özellikle cumartesi günleri tatil olduğundan, beni alır Moda’daki çocuk parkına götürürdü, evden çıkınca o iki ihtiyar balkondan ya da pencereden bakar, bana sevgiyle el sallar - “Çabuk gel ama, geç kalma” derlerdi.

İkisinin, çoğu kere de “Büyük Baba” nın yaptıkları şey, sokak dondurmacısından bana dondurma almaktı.
Dondurmacının sesini duyduklarında, özellikle “ büyükbaba” üşenmeden aşağıya iner, dondurma alırdı.
Kendilerine ama mutlaka bana.

Bu yaşlı ve kimsesi olmayan komşularımla ilişkimiz biz o apartmandan taşınana kadar devam etti.

Yeni evimiz, yeni başlangıçlarımıza sahne olmuştu. Benim için en önemli başlangıç, hayatımı bundan sonra kardeşimle paylaşacak olmamdı.

Yeni eve taşınırken annem ve babam sevinç içindeydiler.

Ben, içten içe üzülüyordum babaannem ve büyükbabam yerine koyduğum o güzel yürekli insanlardan ayrılmaktan.

Eşyalarımız apartmanın önündeki kamyona yüklendiğinde, vedalaşmak için annemle evlerine gittiğimizde, ikisi de göz yaşları içinde sarıldılar bana.
- “Bizi unutma olur mu?” dediler.
- “ Tamam unutmam” dedim.
Unutmadım da.

Zaman zaman annem ya da babamın eşliğinde ziyaret ettim onları.

İlk okula başlarken, bu kez okul kıyafetlerimle gittim evlerine, ellerini öptüm ikisinin.
Saçlarımı okşadılar, gözleri dolu dolu.

Yalnız, bu sefer yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. “ Babaanne “ hastaydı.

Kısa bir süre sonra da öldüğünü öğrendim. Eski komşularımızla annem konuşurlarken duydum, benden sakladılar üzülmeyeyim diye. Oysa sakladıklarını sandılar sadece.

Kısa bir süre sonra “ büyükbaba” nın da ölüm haberi geldi. Dayanamamıştı hayat arkadaşının gidişine.

Kimseleri olmadığından, konu komşu cenazeyi kaldırmış, evlerine de öylece kilit vurmuşlardı.

Yeni taşındığımız ev, eski evimize çok yakın olmasına rağmen, uzun bir süre o sokaktan geçemedim.

İkisinin de ölümü üzerinden neredeyse beş yıl geçmişti, ilk okulu bitirmek üzereydim.

Evlerinin ne olduğunu merak ediyordum.

Onca yıldan sonra, kalbim o sokaktan geçmek istemese de, meraklı ayaklarım beni götürüverdi sokağa, meraklı gözlerim ise hemen onların oturduğu apartman katına takıldı.

Ev öylece duruyordu.

“ Babaanne” nin reçel ve temizlik kokan evi, o zamandan bu zamana kapalıydı.

Sakız gibi temiz olan tüller koyu gri bir renk almış, yavaş yavaş siyaha dönmeye başlamıştı.

Kitaplar, ut, eşyalar kimbilir ne hale gelmişti?

Gözümde yaşlarla uzaklaştım oradan.

Bir daha da o eve ne olduğunu, ne merak ettim, ne de kimseye sordum.

Bilmek istemedim.

Benim anılarımdaki haliyle kalması sanki daha iyi olacaktı.

Üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçti ve ben çocukluğumun ilk komşularını hiç unutamadım.

İLK KOMŞULARIM


Her şey bir tülün arkasında saklı şimdi.
Bildiğimiz, pencerelerimize astığımız bembeyaz bir tül.

. . .

Onları tanıdığımda 3- 4 yaşlarımdaydım.
Moda’da ilk oturduğumuz Akasya Apartmanı’nda komşularımızdı onlar bizim.
Beş katlı apartmanın en üst katında otururduk, hemen bir alt katımızda da Onlar.
İkisi de uzun sayılabilecek bir yaşamı birlikte paylaşmışlar ve evliliklerinin üzerinden hatırı sayılır yıllar geçmişti.

Hiç çocukları olmamıştı bu süre içinde. En büyük özlemleri de buydu işte.

Şimdi, yaşlılık demleri kapıya gelip dayandığında, yıllar süren çocuk özlemine bir de hiç sahip olamayacaklarını bildikleri torun özlemi eklenmişti.

Yine de birbirlerine yetmeye çalışıyorlardı karı koca.

Zaman zaman annemden izin isteyip beni yanlarına alıyorlardı, ya da ben “ Aşağıdaki babaanne ve büyük babaya gidebilir miyim anne?” diyerek izin alıyordum annemden.
- Ben doğmadan uzun yıllar önce vefat ettiklerinden, hiç tanıyamadığım babaannem ve büyük babamın yerine koyuvermiştim onları bir çırpıda.-

Evlerine gittiğimde, çocuk akımla ilk dikkatimi çeken, eski eşyalar ve temizlik kokusu olurdu. Bir de duvarda asılı duran, o zamanki gözlerime çok büyük gelen kocaman bir ut.

Büyük bir kitaplıkları vardı ve içinde ciltli kitaplar. “ Bunları istiyorum” dediğimde, “ Okula git, biraz büyü, okuma yazma öğren o zaman” derdi, büyükbaba yerine koyduğum yaşlı amca.
“ Babaanne” ise, reçelli ekmekler ve taze sıkılmış portakal suyu getirirdi her seferinde.

Sonrasında annemle şu konuşmalarına tanık olurdum: “ Aaa , içti mi portakal suyunu, bak ben evde içiremiyorum” .
“ Evet evet içti valla. Reçelli ekmek verdim, iki dilim de ondan yedi.”

Nasıl yemezdim o reçelli ekmekleri, baharda çilek reçeli, kışın ayva reçeli, kokusuna, tadına doyamadığım çeşit çeşit ev yapımı reçeller.
Bu yüzdendir, şimdi bile ev yapımı reçelleri, hazır reçellere tercih etmem.

Babam özellikle cumartesi günleri tatil olduğundan, beni alır Moda’daki çocuk parkına götürürdü, evden çıkınca o iki ihtiyar balkondan ya da pencereden bakar, bana sevgiyle el sallar “Çabuk gel ama, geç kalma” derlerdi.

İkisinin, çoğu kere de “Büyük Baba” nın yaptıkları şey, sokak dondurmacısından bana dondurma almaktı.
Dondurmacının sesini duyduklarında, özellikle “ büyükbaba” üşenmeden aşağıya iner, dondurma alırdı.
Kendilerine ama mutlaka bana.

Bu yaşlı ve kimsesi olmayan komşularımla ilişkimiz biz o apartmandan taşınana kadar devam etti.

Yeni evimiz, yeni başlangıçlarımıza sahne olmuştu. Benim için en önemli başlangıç, hayatımı bundan sonra kardeşimle paylaşacak olmamdı.

Yeni eve taşınırken annem ve babam sevinç içindeydiler.

Ben, içten içe üzülüyordum babaannem ve büyükbabam yerine koyduğum o güzel yürekli insanlardan ayrılmaktan.

Eşyalarımız apartmanın önündeki kamyona yüklendiğinde, vedalaşmak için annemle evlerine gittiğimizde, ikisi de göz yaşları içinde sarıldılar bana.
“Biz unutma olur mu?” dediler.
“ Tamam unutmam” dedim.
Unutmadım da.

Zaman zaman annem ya da babamın eşliğinde ziyaret ettim onları.

İlk okula başlarken, bu kez okul kıyafetlerimle gittim evlerine, ellerini öptüm ikisinin.
Saçlarımı okşadılar, gözleri dolu dolu.

Yalnız, bu sefer yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. “ Babaanne “ hastaydı.

Kısa bir süre sonra da öldüğünü öğrendim. Eski komşularımızla annem konuşurlarken duydum, benden sakladılar üzülmeyeyim diye. Oysa sakladıklarını sandılar sadece.

Kısa bir süre sonra “ büyükbaba” nın da ölüm haberi geldi. Dayanamamıştı hayat arkadaşının gidişine.

Kimseleri olmadığından, konu komşu cenazeyi kaldırmış, evlerine de öylece kilit vurmuşlardı.

Yeni taşındığımız ev, eski evimize çok yakın olmasına rağmen, uzun bir süre o sokaktan geçemedim.

İkisinin de ölümü üzerinden neredeyse beş yıl geçmişti, ilk okulu bitirmek üzereydim.

Evlerinin ne olduğunu merak ediyordum.

Onca yıldan sonra, kalbim o sokaktan geçmek istemese de, meraklı ayaklarım beni götürüverdi sokağa, meraklı gözlerim ise hemen onların oturduğu apartman katına takıldı.

Ev öylece duruyordu.

“ Babaanne” nin reçel ve temizlik kokan evi, o zamandan bu zamana kapalıydı.

Sakız gibi temiz olan tüller koyu gri bir renk almış, yavaş yavaş siyaha dönmeye başlamıştı.

Kitaplar, ut, eşyalar kimbilir ne hale gelmişti?

Gözümde yaşlarla uzaklaştım oradan.

Bir daha da o eve ne olduğunu, ne merak ettim, ne de kimseye sordum.

Bilmek istemedim.

Benim anılarımdaki haliyle kalması sanki daha iyi olacaktı.

Üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçti ve ben çocukluğumun ilk komşularını hiç unutamadım.