27 Mart 2019 Çarşamba

BUGÜNÜN ANISINA

Afife Jale (1902-1941) Cumhuriyetin ilk kadın tiyatro sanatcısı

Afife, orta halli bir ailenin kızı olarak 1902 yılında İstanbul’un Kadıköy semtinde dünyaya geldi. 10 Kasım 1918 günü Afife "Mülazım Artistlik" (stajyer oyuncu) kadrolarına alınmış.

1923'ten sonra Türk kadınları Atatürk'ün emriyle sahneye çıkmaya başlamıştı. Gün geçtikçe bozulan sağlığı ve uyuşturucu alışkanlığı, tiyatroyu ister istemez bırakmasına neden oldu. 1928 yılında bir arkadaşıyla, Hafız Burhan’ın bir konserine gitmiş, orada sanatçıya tamburuyla eşlik eden Selahattin Pınar'la tanışmıştı. Kısa bir sürede Pınar, genç kadına aşık oldu. 1929 yılında evlendiler ve Selahattin Pınar "nereden sevdim o zalim kadını" “bir bahar akşamı”, gibi birçok ölümsüz şarkısını onun için besteledi.

Ancak bu evlilik, Afife’nin morfin bağımlılığı yüzünden 1935’te bitecekti.
Darülbedayi'deki dostlarının yardımıyla, Bakırköy Akıl Hastanesi'ne yatırıldı ve 1941 yılının 24 Temmuz günü kimsesiz bir halde yaşama veda etti.

'Hüzzam makamında bir aşk hikâyesi- Selahattin Pınar - Afife Jale

'Nereden Sevdim O Zalim Kadını...'

1902 doğumlu Selahattin Pınar, Ticaret Mektebi'ni bırakıp müziğe başladı. Oysa babası eski Denizli milletvekili Sadık Bey, onun hukukçu olmasını istiyordu. Bir gün Denizli'den gelen eşraf için kurulmuş bir sofrada Sadık Bey'e oğlunu sordular; Selahattin de sofradaydı. Sadık Bey o yokmuş gibi "Selahattin çalgıcı oldu" dedi.
Selahattin ayağa fırladı ve "Babacığım, rica ederim, ben çalgıcı değil, sanatkârım" diye diklendi.
Sadık Bey, pek sevimsiz bir küfürle yanıtladı bu çıkışı...
Bunun üzerine Selahattin Pınar, ceketini alıp sofrayı terk etti. Kapıdan çıkarken döndü ve şöyle dedi:
"Babacığım, bir gün gelecek, benim adımla anılacaksınız."
Sadık Bey, yanı başında bulunan gaz lambasını oğluna doğru fırlattı. Çıkan yangını güç bela söndürdüler. Selahattin kapıyı çarpıp çıkmıştı bile...
Asla baba evine dönmeyecekti.

1902 doğumlu Afife Jale, İstanbul Kız Sanayi Mektebi'nde okuyordu. Ama onun aklı tiyatrodaydı. Oysa Müslüman kadınlara sahneye çıkmak yasaktı. Buna rağmen 16 yaşında talebe olarak Darülbedai'ye başvurdu ve kabul edildi.
Babası Hidayet Bey, kızını bu sevdadan vazgeçirmek için çok uğraştı. Başaramayınca sertleşti. Ona "Fahişe" dediği bir gün "Benim Afife diye bir kızım yok" diye gürledi.
Zaten Afife artık sahnede, "Jale" adını kullanıyordu. Sanatı için baba evini terk etti.

Hicaz makamındaki o Selahattin Pınar bestesindeki gibi, "Bir Bahar akşamı", rastlaştılar. İstanbul Kuşdili çayırında... Hafız Burhan konserinde... Selahattin Pınar, üstadın arkasında tambur çalıyordu. Nicedir saz salonlarının en sevilen besteci ve icracılarından biriydi. Afife Jale ise Darülbedai'de sahneye çıkarak "Tiyatrodaki ilk Müslüman kadın oyuncu" olarak tarihe geçmiş, ancak tiyatro zaptiye tarafından basılınca kapı önüne konulmuştu. İşsiz, sahnesiz ve kimsesizdi. Acısını yatıştırıcı haplarla dindirmeye çalışıyordu.
İkisi de 25 yaşındaydı.
Belki de güftedeki gibi "İçimde uyanan eski bir arzu/ dedi ki yıllardır aradığım bu/ şimdi soruyorum büküp boynumu/ Ah, daha önceleri neredeydiniz" dediler. Ve evlenmeye karar verdiler.

Gençliklerini acılar içinde harcamışlardı. Evlenince hayat boyu ıskaladıkları her şeyi birlikte yapmaya çalıştılar.Evde saklambaç oynadılar. Bahçede enginar yetiştirip yarıştırdılar. "Bir çocuk resmi" kıvamında şiirler yazdılar.
Pınar çaldı; Afife dinledi.
Ancak güzel günler uzun sürmedi.
Afife, tiyatrosuz yaşayamıyordu ve tiyatronun boşluğunu uyuşturucularla dolduruyordu. Suriyeli bir eczacı onu morfine alıştırmıştı. Selahattin Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, damarına morfin şırınga ettiğini gördü ve çöktü. Morfin için eczacıyla ilişkiye girmişti Afife...
Ama Pınar, eşine öfkeden çok, merhamet duyuyordu..Onu hayata döndürebilmek için çırpınmaya başladı. Sürekli melankolik besteler yapar olmuştu.

Çırpındılar, bu gidişi geri çevirebilmek için...
Olmadı!
Selahattin Pınar, kendisi de morfin tuzağına düşer gibi oldu. Bunun üzerine Afife, "Terk et beni" diye yalvardı ona... "Yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim" dedi.
Pınar, 6 ay sonra Afife Jale'yi terk etti. Şimdi ikisi için de en kötü yıllar başlıyordu. Afife, kimsesiz ve beş parasız, tenha parklarda yatıp kalkar, aşevlerinde karnını doyururken ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı şarkıları taş plaktan dinleyip ağladı. Ayrılık acısını yeni bir evlilikte dindirmeyi deneyen Selahattin Pınar ise hiç birlikte yatmayacağı bu kadından kısa sürede ayrıldı.
Afife Jale, kimsesizliğinin, terk edilmişliğinin, yoksulluğunun son durağı Balıklı Rum Hastanesi'nde, bir deri bir kemik veda etti hayata...
Ölümü, gazetelere haber bile olmadı. Cenazesine 4 kişi katıldı. Mezar yeri de mektupları ve fotoğraflarıyla birlikte kaybolup gitti.
Unutuldu.
Selahattin Pınar, Afife'nin ölümünün ardından paraladı kendini... Nice ölümsüz, hicran dolu besteye imza attı. Son katıldığı radyo programında "Hatıralar" şarkısını seslendirdi:
"Beni de alın koynunuza hatıralar/
dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar"
Bir süre sonra müdavimi olduğu Todori meyhanesine gitti; doktorların yasak ettiği ne varsa hepsini ısmarlayıp sofrayı döşetti. Rakısını yudumlarken son nefesini verdi. "Her yıl ölüm yıldönümümde mezarıma bir büyük rakı dökün" diye vasiyet etti. Son yolculuğuna mezarlıkta kendi bestesi çalınarak uğurlandı-
"Söndü yadımda akisler gibi aşkın seheri..."

24 Mart 2019 Pazar

“HAYAT, havaya attığımız 5 topla oynanan bir oyundur.
Bu toplardan sadece bir tanesi lastiktir, diğer toplar ise camdandır.
Bu toplar;
*işimizi*,
*ailemizi*,
*sağlığımızı*,
*dostlarımızı * ve
*benliğimizi temsil etmektedir.

Bu 5 top içinde bir tek İŞİMİZ lastik toptur.
Onu düşürürsek zıplatabiliriz.

Ancak diğer 4 top camdan yapıldığından, düşerse kırılırlar ve yerlerine konulamazlar.

Bunu fark etmeli ve hayatımızı bu dengeye göre kurmalıyız

Oysa hepimiz,
O lastik topu tutabilmek uğruna, diğerlerini kırıp dökeriz.

Dostlarınızı çantada keklik sanmayın.

Sıkıca sarılın onlara, tıpkı hayata sarıldığınız gibi.

Çünkü onlarsız hayat anlamsızdır.

Hayatı çok hızlı koşmayın.

Nereden geldiğinizi ve nereye gittiğinizi unutmayın.

Hayatın bir yarış değil, her saniyesinin tadı çıkarılması gereken güzel bir yolculuk olduğunu aklınızdan çıkarmayın.”

___________Üzeyir Garih

Bu

14 Mart 2019 Perşembe

SAVAŞ ÇIĞLIKLARI



Yıl 1945...Nagasaki'ye atom bombası atılmasının ardından, kardeşinin cesedini ölülerin yakıldığı alana getiren bir Japon çocuğun fotoğrafı...

Bu fotoğrafı çeken Joe O'Donnel, aslında bölgeye Amerikalılar tarafından gönderilen bir casustu. Görevi, Nagasaki ve çevresinde oldukça fazla fotoğraf çekip bunları ABD Genel Kurmayına yollamaktı. Böylece yetkililer bombanın gücü hakkında daha iyi fikir sahibi olacaklardı:

"Ateşe doğru gelen 10 yaşlarında bir erkek çocuk gördüm. Sırtında bir bebek taşıyordu. O günlerde Japonya'da çocuklar küçük kardeşlerini sırtlarına alıp oyunlar oynardı. Önce böyle olduğunu zannettim. Fakat bu çocuğun havası tamamen farklıydı. Buraya çok ciddi bir sebeple geldiği meydandaydı. Ayakları çıplaktı ve yüzüne sert bir ifade yerleşmişti. Arkasındaki bebeğin kafası geriye düşmüştü, uyuyor gibiydi. Çocuk yaklaşık beş dakika kadar hiç kımıldamadan saygı duruşunda bulundu.
Sonra, ölüleri yakan maskeli görevlilerden biri çocuğun yanına gitti ve bebeği bağlayan kayışları çözdü. İşte o zaman bebeğin ölü olduğunu anladım.

Görevli, ölü bebeği aldı ve ateşin üstüne yerleştirdi. Çocuk ise kaskatı bir şekilde dakikalarca ayakta durdu. Alt dudağını o kadar şiddetli ısırıyordu ki sonunda kan akmaya başladı. Kardeşinin cesedi alevlerin içinde tamamen kaybolduktan sonra arkasını döndü ve sessizce oradan uzaklaştı."

Japonya, dini olmayan, ancak yüzyıllardır sürdürdüğü eğitim sistemi nedeniyle işte böylesi onurlu-erdemli çocuklara-insanlara sahip olduğu içindir ki, Dünyanın en ahlaklı ülkesi..

10 Mart 2019 Pazar

RAKIYA GÜZELLEME


 - Aylardır blog sayfamla ilgili bir sorun yaşıyorum.
Hali hazırda tam düzeltebilmiş değilim.
Deneme yapmak için çok beğendiğim bir yazıyı paylaşıyorum.
Umarım sorunu çözebilirim ve umarım daha çok yazabilirim. -

***
Eşsiz bir İstanbul akşamında,
güneşi boğazda batırmaya ant içmiş yakamozların dansını izleyip
kadehler tokuşturulurken
yan masada memleket kurtarılıyorken
avucumun içindeki buz gibi bardağa baktım da;
‘Ne menem bir şeysin sen’ dedim.
‘Bir içecek, sarıldığı gazete kağıdına da,
sakız kokulu beyaz keten örtüsü yayılmış masaya da, ete, ciğere, mezeye de maviye de bu kadar mı yakışır?
Neşeye de efkara da yoldaştır.
Ondan mı ki, geceye inat bembeyazdır’.

Bira gibi ayağa, çoluk çocuğa düşmemiştir, belli bir yaşanmışlığı, anıları, en basitinden hazırlanmış bir masası vardır rakının.
Viski gibi boğazı yakmaz, süzülerek akar gider. Rakının silueti sevgilidir, kokusu yar, tadı can.
Ne zaman bir efkar bassa içi, ne zaman çıkamasak işin içinden, kafada deli sorular, bassa afakanlar, bir koşu meyhaneye gidilir.

Oysa rakı, cevabı bulmak için değil,
soruyu unutmak için içilir…

Lübnan’ın Arak’ı, Yunan’ın Uzo’su, İtalyan’ın Sambuca’sı gaflet ve delalete düşüp alternatif olmaya çalışsalar da rakıya, hüzünlerini sulandırmadan
sek içmeye çalışmış bir milletin evlatları
buna izin vermemiş, korumuşlardır bu anason kokulu cesaret hapının sıvılaştırılmış halini.
Milli içkimiz olur kendileri;

Son nefes verilene, son aşık ölene,
son ümit tükenene kadar eğdirmeyiz başını öne.

Düşündüm de rakı, dünyada çift bardakla içilen tek içki; Ruhla beden gibi, iki sevgili, gece ve gündüz gibi..
Yan yana durup birbirinin derdini dinlermişçesine, bir dudakta birleşip sevişircesine…

Rakı olmasaydı hayat olurdu yine belki ama şarkılar yetim, besteler öksüz kalırdı;

Bir ihtimal daha olmazdı;
Senede bir gün bile.
Dalgalansak da durulsak da, yine bütün meyhanelerini dolaşırdık İstanbul’un
ama o tatlı huzuru bulamazdık Kalamış’ta mesela.
Bir bekleyenimiz olmazdı ada sahillerinde,
deniz ve mehtap sormazdı; neredesin diye.
Ve Elbet bir gün kavuşacağız desek de
kavuşmak hayal olurdu, dönülmez akşamın ufkunda…

Derdi, gamı, tasayı unutturup
anda dondurabilme özelliği de vardır bu rakının. Hatta işin ucunu umuda bağlayıp
gökyüzüne salıverdirir alimallah.
Ben bizzat yaşadım da oradan biliyorum.
Geçenlerde bir rakı muhabbetinin ilerleyen saatlerinde; ‘O iş imkansız’ lafı çıkmış ağzımdan.
‘Bak imkansızın içinde bile imkan var’ dediler; ‘Etme!’
Ne diyeyim; Adam rakıyı icat etmiş, hala psikologa giden var; ‘Gitme !’

Yaaa şöyle günahtır, böyle haramdır, acıdır, ağırdır muhabbetinden çıkıp
keyifli bir masanın etrafında toplanıp
rakıdan dem vurunca başka bir alemin içinde buluyor insan kendini.
Çokça komik, bolca eğlenceli, esprili.
‘Üç rakı kapağı getirene pilot belgesi bedava’ yazan bir kapıdan girip;
‘Garson, kapı getir, dışarı çıkıcam’a giden bir yolda sallanmadan yürüyebilirsen şanslısın.
Unutma; şarap yaşayanlar için,
rakı ise hikayesi yarım kalanlar içindir.
Böyle zamanlarda, bir ‘büyüğe’ danışmak iyi gelir.

Rakı içmek de adap gerektirir;
Bir kiminle içtiğine dikkat edeceksin
bir de kimin için içtiğine.
Şarkı da önemli bak,
Zeki Müren iyi gider mesela yanında.
Derdini en iyi nağmeler anlar.
Çünkü rakı yanındakiyle içilse de
kadeh aklındakine kalkar!             
                                                           
Rakı seven adam kalitelidir.
Beyaz peynir tercih eder, kaşarla işi olmaz. Bir erkek için en büyük keyiflerden biridir dostla, ahbapla erkek erkeğe içmek.

Tamam da sevdiği kadınla rakı içmek bir başkadır. Güzeldir kadın, içtikçe güzelleşir. Ondan derler ki;
"Çirkin kadın yoktur, az rakı vardır".
Kadının içindeki beyazdır rakı, buğudur, dumandır. Ütüsüz kadınlardır rakı sevenler. Oysa şarap sevenler, ütülüdür.
Çantaları, ayakkabıları, kemerleri aynı renktir. Şöyle bir bakınca tastamamdırlar. Oysa rakı sevenlerin üstleri başları değil belki ama dertleri, kederleri tastamamdır.
Bardağa atılmış üç-beş buz söndürmez yangınlarını. Alayına isyan etmez  bu kadınlar. Aksine kadehlerini, alayının şerefine kaldırırlar.
Sen hiç ömründe bütün aşkını gözlerine yükleyip o gözlerle ruhuna dokunan bir kadınla rakı içtin mi?
İçmedinse, rakı içen bir kadından daha güzel olan tek şeyin, o kadının seni sevmesi olduğunu bilemezsin!

Aynen dediğin gibi Aydın Boysan;
Rakı sofrasına meze olmuş yürek yangınlarının kibritle oynayıp kaçan faili de, büyük kahkahaların ardındaki nemli gözlerin sahibi de bir kadındır.

Unutma; Rakı sofrasında kadın yoksa,  uğruna sofra kurulmuş bir kadın vardır...”

Vakti kerahattir...