31 Mayıs 2009 Pazar

TATİL PLANLARI

a3c6faf120b8fad1c2733c451e6784dd
Günlerden Pazar olunca bir de dersler bitip de tatil başlayınca insanın aklına doğal olarak tatil planları geliyor.

İşte benim bu yaz için tatil planlarım :

1- Bu yaz hiçbir şey ertelenmeyecek.

2- Önce işim nedeniyle uzun zamandır görüşemediğim arkadaşlarım aranacak ve mutlaka bir araya gelinecek, tabii ki dersanedeki öğretmen arkadaşlarım da ihmal edilmeyecek, onlarla tatilde de görüşülmeye devam edilecek.
( Yeşim, uzun zamandır görüşülmeyenler listesinin başında sen varsın- seni çok özledim )

3- Deliler gibi kitap okunacak ( sanki hiç okunmuyordu :)))

Kitap Listem Şu şekilde :

İmkansızın Şarkısı/ Murakami,
Bir Eski Kocanın Öğleden Sonrası/ Hamdi Koç,
Maraz/ Hande Altaylı Özellikle bu ikisi tam tatil kitabı bence
Yalancı Tanıklar Kahvesi/ Vedat Türkali,
Mevlana’nın Kızı/ Muriel Maufroy
Sıdıka Hanım/ Naşide Gökbudak,
Kehanet Gecesi / Paul Auster( Zamanında ihmalden okunmamış olup listeye eklenmiştir )
Fransız Suiti/ Irene Nemirovsky
Taş Bina ve Diğerleri / Aslı Erdoğan

4- Gitarın telleri değişecek akort aleti alınacak ve yeniden gitar çalışmalarına başlanacak, bu konuda Yeşim’den destek alınacak. ( Yeşim haberin olsun benden kurtuluş yok güzel arkadaşım ),

5- Oğluşla birlikte bol bol sinemaya gidilecek, izlenecek filmler haliyle çocuk filmleri olacak, olsun biz anne oğul sinemayı çok seviyoruz:)),

6- Oğluşun yüzme kursuna bu sene de devam edilecek, hatta iki aylık kısa program şeklinde İngilizce Kursuna da gönderilecek,

7- İstanbul’a mutlaka gidilecek ve mümkünse gidilemeyen yılların acısı çıkarılacak,

8- Bu yıl mutlaka Kaş, Kalkan, Kekova ve Adrasana’a gidilecek, gidilen yerlerde bol bol fotoğraf çekilecek,

9- Bu kadar koşturmaktan yorulduğumuz zamanlarda evde oturup film izlenecek ve evde izlenecek filmler seçilirken de film önerilerinde bulunan blog yazarı arkadaşların önerileri mutlaka dikkate alınacak,

10- Tabii ki Antalya sıcağında deniz ve güneşin keyfi sonuna kadar çıkacak.

Bu liste uzayıp gider, kimbilir ardına neler eklenir?

Benim gibi, altı ay hafta sonu dahil çalışanlar için bence bu liste az bile.:))

27 Mayıs 2009 Çarşamba

ENGEL ENGEL OLMASIN

gOturduğumuz evin tam çaprazında kalan apartmanın giriş katında iki odalı, odalarından biri apartmanın bahçesine bakan küçük sayılabilecek bir dairede yaşardı.

Yılların zamansız beyazlattığı saçlarını kısacık kesip doğal haline bırakmıştı.

Çok samimi ve doğal bir havası vardı. Haftada bir gün evine gelen, evini derleyip toplayan tombul yanaklı, güler yüzlü kadın haricinde hayatına kimseye ihtiyaç duymadan devam ederdi.

Hiç evlenmemiş olduğundan, çocuğu da yoktu.

Çocuk özlemini mahalledeki çocuklarla giderirdi.

O’ndan geriye hatırladığım ayrıntılardan biri de, apartmana ait bahçenin içindeki kedilerle olan dostluğu idi. Biz mahallenin çocukları ve bahçenin kedileri, O'nun hayatının son dönemlerine eşlik ediyorduk farkında olmadan.

Söylenenlere göre, zamanında bir gence aşık olmuştu. Sevdiği genç de O’na, ama evlenmeleri için aralarında onların önemsemediği, başkalarının fazlasıyla önemsediği bir “engel” vardı.

Bu engel onun okumasını da olanaksız hale getirmişti. Oysa bize sık sık söylediği üzere, en büyük hayali öğretmen olmaktı.

Çocukken geçirdiği bir hastalığın yanlış tedavisi gözlerindeki ışığı zamansız alıp götürmüştü. O bunu önemsememiş ve sımsıkı bağlarla tutunmuştu hayata.

Bizi her görüşünde “ Çocuklar, her zaman gelin evime ve bahçeye, sesiniz kuş cıvıltısı gibi geliyor bana, dinleniyorum sesinizi duydukça ,, ve bazen de, “ Mutlaka okuyun çocuklar, iyi bir meslek sahibi olun, ben çok istedim öğretmen olmayı, görmüyorsun dediler, okumama engel oldular, kendimi hep dışlanmış hissetmeme sebep oldular, bir gün gelecek bunlar aşılacak çocuklar, daha aydın daha bilinçli bir ülke olacak bu ülke. Siz büyüyeceksiniz dünya değişecek, birlik olun, birbirinize destek olun, o zamana kadar ben belki de çoktan gitmiş olurum bu dünyadan ” derdi.

Gerçekten de birkaç yıl sonra ayrıldı aramızdan.

O zamanlar yedi sekiz yaşlarında çocuklardık. Bizim için,
“ dışlanmak”, “engel” ,
“ dünyanın değişmesi ” kelimelerini anlamak çok kolay değildi.

Yıllar geçti, büyüdük.

Bizi çok seven yaşlı teyze haklı çıktı, dünya hızla değişiyordu..

Geçtiğimiz günlerde Bureneros “ Hayırlı bir iş için fikrim geldi “ diyerek çok güzel bir başlangıç yaptı.

Görme engelli arkadaşlarımızın blog okumalarını sağlamak için fikirler geliştirdi.
http://laparagas.blogspot.com/

ve pek çok arkadaşımız (Benim bildiklerim, Uzağa giden kadın, Evren, Beenmaya ) kendi olanakları ile ve fikirleriyle O’na destek vermekteler.

Şimdi biz, yıllar öncesinin çocukları, hep birlikte, engelli olmak hayatlarımıza engel olmasın diye el ele tutuştuk.

Yıllar öncesinden bunları tahmin eden yaşlı teyze bu gün aramızda olsaydı, bu girişimlerden ötürü eminim ki çok duygulanır ve gurur duyardı.

*** “ Görme Özürlü kişi, himayeye muhtaç, acınacak ve çaresiz bir insan değildir. O, diğer insanlardan çok farklı, olağanüstü yetenekleri olan ve başkalarının duyamadığı sesleri duyan, mucizevi bir yaratık da değildir. Diğer insanların sahip olduğu olumlu ve olumsuz özelliklerin hepsi onda da mevcuttur. Görme özürlüler arasında da başarılı olan, başarısız olan, yetenekli olan, yeteneksiz olan, bencil olan veya toplumun çıkarlarını düşünen insanlar bulunabilmektedir. Yani görme özürlü de herkes gibi bir insandır.

Farklı yazı sistemini kullanarak o da aynı kitapları okur. Farklı metotlarla aynı bilgileri ve aynı eğitimleri alır. Diğer insanlarla aynı okulları, aynı işyerlerini, aynı caddeleri, aynı eğlence yerlerini paylaşır. Kısacası görme özürlü olmak diğer insanlardan farklı bir kişiliğe sahip olmak demek değildir.”



*** www.engellerikaldiralim.com

21 Mayıs 2009 Perşembe

AKLIMIN ALBÜMLERİ 1

looking_at_the_photo_album_by_suvetarBenim gibi doğduğu yıl, tüm dünyada özgürlük rüzgarlarının estiği 60’ lı yılların sonları olanlar için, haliyle 70’li yıllar, çocukluk anılarının birbiri ardına dizildiği dönemler olarak yerleşiyor aklımızın albümlerine.

Son dönemde, 70’li hatta 80’li yıllar ile ilgili çok yazı okudum, her okuyuşumda zaman tüneline girmiş gibi hissettim kendimi.

Kimi zaman gözlerim buğulandı, kimi zaman burnumun direği sızladı ama hep hoş bir tebessümle andım o yılları.

Şimdi ben de aklımın albümlerini çekmecelerden çıkardım, şöyle güzelce tozlarını aldım.

Hafızamdaki fotoğraflara bakıyorum.

İşte 70’li yılların bendeki hayat izleri :

- İlkokula başladığım 1973 yılında cumhuriyetin kuruluşunun 50. yılı olması nedeniyle, öğretmenimizin öğrettiği ve bizim de yaşımızdan beklenmeyecek bir coşkuyla söylediğimiz ne yazık ki şimdi hiç hatırlanmayan 50. Yıl Marşı:

Müjdeler var yurdumun, toprağına taşına,
Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına …


- Savaş diye bir şey varmış, ülkeler savaşırlarmış. Savaş iyi bir şey değilmiş.

Kıbrıs Harekatı sırasında karanlık İstanbul gecelerinde ordudaki görevi yüzünden eve gelemeyen babamı özlerken anladım.

- Evimize ilk televizyon geldiğinde uzun süre karşısından kalkamamıştım.
İstiklal Marşı ile açılan ve İstiklal Marşı ile kapanan tek kanallı TRT günlerini hiç unut-a-madım.

- Her seferinde sonuncu olsak da, Eurovizyon şarkı yarışması ve tabii ki “Seninle Bir Dakika ".

- Televizyon kadar değerli olan TRT radyoları ve özellikle TRT1, annemle birlikte dinlediğimiz arkası yarınlar, günde iki kez verilen, Okul Saati.

Söz bu kadar televizyondan açılmışken;

- Tatlı Cadı Sementha ve her an her yerden gelebilen annesi Endora, Sementha’nın teyzeleri.

- Küçük yaşına rağmen acılara göğüs gerişiyle, Alp Dağlarının kız,ı aksi dedesinin sonradan çok sevdiği, bizim de bağlanıp çok sevdiğimiz elma yanaklı HEİDİ.

- “ Yak şu kaloriferi kapıcı donuyoruuuz, söndür şu kaloriferi kapıcı yanıyoruuuz” şeklindeki unutulmaz İzocam reklamı.
-


- Mahalledeki kızlarla şarkıcılık oynarken ilk defa Sezen Aksu’nun şarkılarıyla tanıştım. O şarkıların şimdi bile hayatıma eşlik edeceğini o zamanlar bilmiyordum elbette :

“ Olmaz olsun cüzdanımda milyonlar,
Kalbimde sevgin oldukça,
Zenginlik mal mülk para neye yarar,
Yanımda sen olmayınca “


- Yaz aylarına denk gelen ramazanlar.

- Yavaş yavaş sayıları tükenmeye başlayan yazlık sinemalar.

- Türkiye’nin karışık günleri, apartmanımızda oturan üniversite öğrencisi ablalar ve abilere ben de onlar gibi okumak istiyorum diyerek özenişim.

- Günümüzde yerini çoktan büyük marketlere teslim etmiş olan etrafımızda hemen hemen hiç kalmayan mahalle bakkalları ve o bakkalların kendine özgü kokusu.

- Yeşil Çivril ve Golden Sakızları, hangimiz Golden sakızlarının içinden çıkan artist resimlerini hatırlamayız?

- Yetmişli yılların sonuna doğru piyasaya girip çocuk gönüllerimizi içindeki karikatürlerle fetheden TİPİTİP sakızları.

- Mahalleden günde üç dört kez geçen, çıngırağı ile gelişini haber veren yoğurtçu amca.

- “ Kalaaaaaayciiii “ diye gezen bakır tencereleri kendine özgü yöntemlerle kalaylayan kalaycı amcalar.

- Ve tabii, annelerimizin evdeki eskileri, muhtemelen mandal veya plastik leğenlerle takas ettiği eskiciler.



Eskiler meğer ne kadar değerliymiş, yaşamayınca anlamıyor insan.

Ben de böylelikle aklımın albümlerindeki fotoğrafları gün ışığına çıkarmış oldum.

Tozlarını da aldıktan sonra tekrar eski yerine kaldırma zamanıdır şimdi.

17 Mayıs 2009 Pazar

HANGİSİ DOĞRU?

train_by_cachimisu

Herkes gibi olma telaşı mıdır hayat?

Yoksa kendi içinde, kendi doğrularınla var olmaya çalışmak mı?

Yaşamdan kaçmak mı doğrudur, yaşama sarılmak mı?

****Yaşamdan kaçmak için üç ilkel yol vardır .

İlki ve en ilkel olanı alkoldür.

İkincisi din ve inançtır.

Üçüncü ilkel yol ise, hayatın gerçeklerine sarılmak, sürekli koşuşturmak ve çalışmaktır.


Belki de en çok bu üçüncü yolu deniyoruz farkında olmadan.

Dünya, sürekli yolcu indirip bindiren bir tren garı gibidir.

Bu tren garı, hem seyahat etmek için trene binen, hem de trene bakmakla yetinerek, bir gün trene binebilme hayali kurarak garda bekleyen yolcularla doludur.

Hangisi daha gerçektir?

Trene binip herkesin gittiği yere doğru gitmek mi, yoksa bir gün o trene binebilme hayali kurmak mı?

Herkesin gittiği yere gitmek de yeterli gelmez çoğu zaman.

Trene binme hayali kurmak mı, trene binmeyi başarmak mı daha çok mutlu eder insanı?

Peki, ya sürekli aynı istasyonda bekledikleri halde önlerinden geçip giden treni kaçıran insanlar, onların durumu nasıl açıklanabilir?

Treni kaçırmak bazıları için alışkanlık haline mi gelmiştir yoksa?

Biraz düşününce verilecek cevap basittir.

Dünya bir tren garıysa eğer ve üzerinde yaşayan insanların her biri birer yolcuysa, treni sürekli kaçırmak yaşamdan kaçmaktır ve yaşamdan kaçmaksa yok olmayı seçmektir.

Yok olmak, kimilerine göre hiç kimsenin olmadığı yerde tek başına olmaktır belki de.


**** Bu yazıyı yazmama neden olan " TİTANİC ORKESTRASI " NDAN

FOTOĞRAF : www.deviantart.com

15 Mayıs 2009 Cuma

SABIRLA SEVGİ KARIŞIMI

25“ Dünyanın merkezinde o varmış gibi.

Her şeye O karar vermek istiyor.

Gözyaşları gözlerinde hazır bir silah zaten.

Zamanını güzelce kolluyor ve hemen çıkarıp kullanıyor silahını.

Anne olarak çok sabırlı olmam gerek biliyorum.

Zıtlaşmamalıyım onu da biliyorum.

Peki ne yapmalıyım inadını geriletmek için?

Dünyanın merkezinde O’nun olmadığını O’na nasıl anlatmalıyım?

Sonuçta karşımdaki küçücük bir çocuk.

Yeni yeni tanıyor hayatı. ”


* * * *

Oğlum dört yaşını bitirdiğinden bu yana sürekli kendi kendime kurduğum cümleler bunlar benim.

Her şey yolunda giderken, oğlumla aramıza giren en kötü sorun O’nun bitmeyen inadı çünkü.

Bu konuyla ilgili okuduklarımdan, inatlaşmanın bu yaşlarda hemen her çocukta görülen bir durum olduğunu anlıyorum.

Elbette annelere ve aileye çok fazla görev düşüyor bu dönemi atlatmak için.

Bu inat savaşından galip çıkmak için, zaman içinde okuduklarım ile oğlumun kişilik yapısını birleştirerek geliştirdiğim bazı davranışlarım var.


İşte bunlardan birkaç tanesi ve bana göre sihirli bir iki anahtar cümle :

Dilerim benimle aynı sorunu yaşamakta olan annelere biraz faydam olur:

- En sinirli anlarımda bile öfkemi kontrol ettim.
Bunu nasıl yaptım, düşündükçe şaşırıyorum ama olumlu sonuç veriyor.

- Her istediğine “ evet ” veya olumsuz gördüğüm her davranışına
“ hayır “ demedim. Özellikle “ hayır ” kelimesini olabildiğince ekonomik kullanmaya özen gösterdim ve “ hayır ” dediğim zaman da bir daha sözümden geri dönmedim.

- İstediğini yapmadıysam mutlaka nedenini anlayacağı bir dille O’na anlatmaya çalıştım.

- Konuşurken yanına oturup birebir göz teması ile konuşmaya önem verdim. Tepeden bakarak konuşmadım, konuşurken birebir göz teması çok etkili oluyor.

- Karşısına birkaç seçenek koydum. Bu seçeneklerden birini seçtiği zaman “kesinlikle ” uzlaşacağımızı hissettirdim.


- “ Sen akıllı bir çocuksun”, “ Sen beni anlayabilirsin” cümleleri bizde anahtar cümleler oldu. Sanırım bu cümleler sayesinde büyüdüğünü hissetti oğlum.

- İnatlaşmaya devam ettiği anda, yaptıklarını duymamaya çalıştım.
En çok sabır isteyen kısım da bu bence. Sustum, sessiz kaldım, kararımın kesin olduğunu söyledim ve bir süre sonra da ( bu “bir süre” bazen uzun sürebiliyor ) O’da inatlaşmaktan vazgeçti.
Şu günlerde eskiye göre biraz daha iyiyiz inat konusunda.
Hatta epeyce yol aldık diyebilirim.

Biliyorum ki yaşı büyüdükçe inat konusunun da biçimi değişecek ve ilerleyen yaşlarında bir yerlerde bu konu yine karşıma çıkacak.

Hangi koşulda olursa olsun, çocuğu iyi tanımak ve doğru iletişim kurabilmek çok önemli. Bir de sabırlı olabilmek.

Zaten annelik sabırla sevginin karışımı bir duygu değil midir?

NOT : Bu yazı geçen yıl yazdığım bir yazıydı.
Şimdi oğlumun inadından eser kalmadı.
Zaten çocuklar büyüdükçe sanırım akılları başlarına daha çok geliyor.
Bu yaşadıklarımız da çocukluk anıları olarak hafızalarımıza yazılıyor.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

ZAMANSIZ

road_the_winter_can_come_from_by_robertmekis

Bak bir ışık var gördüğün o yolun sonunda,

O ışık sensin ve senin yaşadıkların,

Kimbilir, belki de yaşayamadıkların.

Şimdi gözlerinin önünden bir filmin kareleri gibi geçiyor hayatın.

Baş rolde sen,

Bir karede tutkuların,

Bir başka karede umutların, korkuların, aşkların.

Ve…

Hayat hataların.

Hep derdin ya, doya doya, her anı yaşamak gerek.

Zamansızlıktan yakınırdın bir de, uzun yol koşucusu derdim sana gülümseyerek, hep bir yerlere yetişme telaşındaydın.

Gitmek isterdin, uzaklara çok uzaklara.

Kimsenin gitmeye cesaret edemediği yerlere gitmek, bilmediği yerleri keşfetmek isterdin ve en sonunda gittin ama zamansız oldu gidişin.

Şimdi gittiğin o yolun sonundaki ışık sensin ve izlediğin filmin kareleri bitmek üzere.

Birazdan, sonsuzluğun içinde sessizlik başlayacak, uzunca bir süre sessizliğin sesi dinlenecek belki de.

Şimdi ayrılık zamanı.

Bütün ayrılıklar zamansız değil midir aslında?

Vedalaşmayı sevmezdin, gidişin de vedasız oldu zaten aniden, apar topar.

Yine yaptın yapacağını cesur yürek.

Kimsenin gitmeye cesaret edemediği yerlere ilk önce sen gittin.

Giderken, ardından öylece bakmanın ve hiçbir şey yapamamanın ne kadar zor olduğunu öğrettin geride kalanlara.

Sen gittiğin yerlerde farkında mısın bilmem, zamansız gidiş kadar zormuş gidenin ardından çaresiz kalmak.


* * * * * * * *

Sevgili Banu’nun ve tüm erken gidenlerin anısına…

8 Mayıs 2009 Cuma

ŞU KADARCIK BİR ŞEY !!!

00012003111100030012
Her yıl yaşanır bu telaş.

Özel günlere özel telaşlardan biridir bu da.

Harçlıklar biriktirilir, alış verişlere çıkılır, hatta çoğu kere eldeki bütün şartlar zorlanır.

Olmazsa olmaz, mutlaka bir şeyler alınmalıdır, o özel günü hediye ile kutlamak gereklidir çünkü o gün annelerindir !!!

Nedense her yıl, annesi olmayanlar ya da hiç anne olamayanlar ve onların duyguları hep göz ardı edilir.

Eğer illa ki hediye vermek şartsa ben en çok okullarda çocukların annelerine yaptığı, el emeği armağanları sevmişimdir, minik parmaklarla, masum yüreklerle yapıldığı için, emek verildiği için.

Biraz etraflıca düşündüğümüzde annemizi, ya da anne olmuşsak kendimizi, pahalı hediyelerin çok da önemli olmadığının farkına varmak hiç de zor değildir.

Geçen yıl yayınlanan çok da popüler olan o reklam sloganı gibi, '' Şu kadarcık bir şey'' değildir anneyi hatırlamanın adı, ya da hangi minik ev aleti eş değerdir ki anne sevgisine?

Annemi, oğluma hamile kaldığımda anlamaya başlamıştım. Çocukken hep duyardım ondan o klasik '' Sen de anne ol da anlarsın'' sözlerini.

İtiraf etmem gerekirse, hastaneden eve geldiğimde daha iyi kavradım anneliğin anlamını ve ne ifade ettiğini.

O minicik canı sadece karnında taşımak ve dünyaya getirmek yetmezdi anne olabilmek için.

Emekti annelik.

Sorumluluktu.

Sınırsız, karşılıksız sevgiydi.
Uykusuz gecelerdi.
Hastalandığında günlerce sabahlamaktı baş ucunda.

Büyüdüğünde ise hayatı paylaşmaktı onunla birlikte.

O'na hem anne, hem de en iyi dost olabilmekti.

Sahip olunabilecek en değerli varlığımızı en iyi şekilde yetiştirme gayretinde olabilmekti annelik.

Anneleri hatırlamanın gün haline dönüşme öyküsünü hepimiz biliyoruz.
Annesinin ölümüne alışamayan ABD'nin Philadelphia Eyaletinde yaşayan Ana Darvis'in girişimleri sonucu önce ABD'de kutlanmaya başlanmış anneler günü.
Bizim ülkemizde ise 1955' yılından beri kutlanıyor.

Biraz daha tarih araştırması yaptığımızda anneler için yapılan kutlamaların Sümerler zamanına kadar gittiğini görüyoruz.

15. yüzyılda ise İngiltere'de annelere özel kutlamalar yapılırmış '' Anneler Pazarı'' derlermiş bu kutlamalara. O gün izin kullanılır, annelere özel pastalar götürülürmüş. Yani tarihin her döneminde anne önemliymiş.

Günümüze gelindiğinde, kapitalist düzenin çarkları yutuvermiş böylesine özel, anlamlı bir günü.

Alış veriş merkezlerinde hazırlıklar arttırılmış.
Bankalar kredi kartı taksit sayılarını yükseltmiş.

Özel günlerde satışlarını arttırmayı hedefleyen firmalar ise özel günlerin içinde en anlamlı olarak kabul ettikleri anneler günü için birbirinden ilginç kampanyalar düzenleyerek alış - verişi teşvik derdine düşmüş.

Böylelikle tüketim çılgınlığı bu özel günü de içine alıvermiş.

Oysa hangi hediye anne sevgisine karşılık gelir ki?

Doğadaki dişi nesle bahşedilen en özel duygudur annelik.

Ölçüsü yoktur, paha biçilemez.
Sadece hatırlanmak şahane bir duygudur anneler için.

Hem de bir gün için değil her gün.

Hayatta oldukları sürece değerlerini bilmek yeterlidir anneler için.

Bunun için güzel bir kaç söz, yanağa kondurulan bir kocaman öpücük, içten bir '' Seni seviyorum'' fazlasıyla yeter de artar bile.

Bunun farkında olmayı bilen çocuklar yetiştirirsek eğer, şu aslında sönmek üzere olan bir balondan ibaret olan “ Yeni Dünya Düzeni ” ne belki biraz olsun kendimizce baş kaldırmış olabiliriz.

Anneciğim, anneler günün ve her günün kutlu olsun.
İyi ki yanımdasın ve iyi ki ben de oğlumun yanındayım.


FOTOĞRAF : OĞLUM 2 AYLIKKEN

5 Mayıs 2009 Salı

DÜZ MANTIK GÜNLERİ

resim-0051
- “ Bir ile sıfırın yanına bir sıfır daha gelirse kaç olur anne?
- “10 olur oğlum “- “
- Haydaaa, anneeee, sana söylüyoruuum, bir ile sıfırın yanına bir sıfır daha gelirse kaç olur? 10, bir ile sıfır yan yana gelince olur, ben onu biliyorum ama benim sorduğumun başka bir adı var anneee .

- “ Haa, doğru ya oğlum senin matematiğin benden daha iyi, birle sıfırın yanına bir sıfır daha gelince 100 olur tabii.”