28 Şubat 2009 Cumartesi

Şiir Bahçem




Yıllar önce okuduğum bir kitabımı tekrar okumak istemeseydim eğer, belki de hiç karşılaşmayacaktık onunla.

Onu eski kitaplarımın arasında görünce, uzun zamandır görmediğim bir dosta rastlamışım gibi sevindim.

O da beni unutmamış, yıllar önce bir şehirden bir şehire eşyalarımın arasında gelmeyi başarmıştı demek.

Onu eski kitaplarımın arasında öylece dururken bulduğumda, boynunu bükmüş, unutulmuş, yine de hatırlanmayı bekler hali geçmişe götürdü beni.

Bir dönem, her koşulda yanımda taşıdığım, beğendiğim her şiiri hiç üşenmeden sayfalarına yazdığım, şiiri sevme ve çok beğendiğim şairlerle tanışma sebebim olmuş, şiir bahçem, şiir defterimdi o benim.

Hemen özlemle elime aldım. Sayfalarını karıştırmaya başladım çabucak.

Şimdi hatırlıyorum da üniversite sınavına hazırlanırken bile aman aralık vermeden ders çalıştığım dönemlerde, verdiğim kısacık molalarımda hep şiir bahçem vardı yanımda.

Şiir defteri dedimse, öyle pembe yaprakları olan, sayfalarının üzerinde kalpler, çiçekler olan bir defter de değildi. Aksine tek çizgili bir okul defteriydi, o kadar da iddiasızdı yani .

Sonrasında ne oldu da yazmayı bıraktım defterime? . . . Bilmiyorum.

Blog sayfalarında yazma yolculuğum sırasında şiiri sanki biraz ihmal mi ettim acaba?

Şiirin hepimizin hayatında önemli bir yere sahip olduğundan şüphe var mıdır?

Kim bilir hangimizin böyle şiir defterleri vardır? Hatta kendilerine ait şiirlerini yazdıkları defterleri.

Bu eski dosta rastlamak benim için çok iyi oldu.

Şimdi eski dostum ve kitaplığımın raflarında duran, sevdiğim şairlerin şiir kitapları baş ucu kitabım oluverdiler yeniden.

En azından gün biterken şiirle bitiyor artık.

Bu nedenle şiir bahçemden seçtiğim birkaç şiiri paylaşmak istedim:

********* *********

SENİ SAKLAYACAĞIM :

Seni saklayacağım inan,
Yazdıklarımda, çizdiklerimde,
Şarkılarımda, sözlerimde.
Sen kalacaksın kimse bilmeyecek
Ve kimseler görmeyecek seni,
Yaşayacaksın gözlerimde.
Sen göreceksin, duyacaksın
Parıldayan bir sevi sıcaklığı,
Uyuyacak, uyanacaksın.
Bakacaksın, benzemiyor
Gelen günler geçenlere,
Dalacaksın.
Bir seviyi anlamak
Bir yaşam harcamaktır,
Harcayacaksın.
Seni yaşayacağım, anlatılmaz,
Yaşayacağım gözlerimde;
Gözlerimde saklayacağım.
Bir gün, tam anlatmaya..
Bakacaksın,
Gözlerimi kapayacağım..
Anlayacaksın.
Özdemir Asaf


MÜFREZE

Seni unutmaya verdiğim savaşta
Mavi bir mayına bastım dün,
Elime sıkıştırdığın peygamber çiçeğini
Buldum aşk kitabının içinde
Sabaha karşı,
Bütün günahlarımı gökyüzüne sattım kelepir fiyatına
Sonra,
Frida’nın resmini astım baş ucuma,
Elinde firuze bir yüzük
Gözleri kanıyordu yüreğimin karasına
Seni unutmaya verdiğim savaşta
Yaralandım dün gece. . .

Not : “Müfreze” nin kime ait olduğunu not almamışım ve hatırlamıyorum. Bilen varsa, paylaşırsa çok sevinirim.

STRONSIUM 90
Acayipleşti havalar,
Bir güneş, bir yağmur, bir kar,
Atom bombası denemelerinden diyorlar.
Stronsium 90 yağıyormuş,
Ota, süte, ete,
Kapısını çaldığımız büyük hasrete.
Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm,
Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm.
Nazım Hikmet Varşova/ Şvider 06.03.1958


AYRILIK SEVDAYA DAHİL

. . .

Telâşlı karanlıkta yumuşak yarasalar
Gittikçe genişleyen yakılmış ot kokusu
Yıldızlar inanılmayacak bir irilikte
Yansımalar tutmuş bütün sâhili
Çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
Öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil
Çünkü ayrılık da sevdâya dahil çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
...
ATTİLA İLHAN
*******

HAYAT

Hayat ne fazla gülmek, ne de yasa girmektir
Mevzuatı çiğnemek, tarihi devirmektir..
Dünyayı parmağının ucunda çevirmektir..
Yaşamak, yatağından seller gibi taşmaktır.

İnsan ki gelip geçer, dünyadan nefes gibi,
Ne büyük ıstıraptır yaşamak herkes gibi,
“Yükseksin” tatlı bir ses olamaz bu ses gibi
Yaşamak,, kartal gibi göklerde dolaşmaktır.

Hâlik ki mahlûktarf başka yarattı bizi
Zaman bir avuç toprak yapsa da cismimizi
Kainat hayretlerle anmalı ismimizi
Yaşamak, asırları bir hamlede aşmaktır.

SABAHATTİN ALİ

26 Şubat 2009 Perşembe

KISSADAN HİSSE

fotograf-0011Birkaç gün önce : Anne işten eve yeni gelmiştir, ev işleri; yemek, çamaşır, ütü şeklinde sıraya dizilmiş anneyi beklemektdir. Bu arada anne ile çocuk sohbete başlarlar.

Çocuk : - “ Aşık olmak ne demek anne ? "

Anne : ( Kendinden çok emin cevap verir ) - “ Birini çok sevmektir oğlum.”

Çocuk : “Peki evlilik ne demek anne?”

Anne : “ Sevdiğin insanla hayatı paylaşmaktır oğlum.”

Çocuk : “ Nasıl yani, oyuncaklarımızı paylaşmak gibi mi?”

Anne : “ Evet oğlum, onun gibi “ .
* * * * * * * *

Aradan birkaç gün geçer :

Çocuk : - “ Anne ben aşık oldum!!! “

Anne : - “ Yaaa öyle mi kim bu şanslı kız?"

Çocuk : - “ Buse anne, hani bizim sınıftaki, uzun saçlı olan .”

Anne : - “ Hımmm!!! “

Çocuk : - “ Anne var ya , biz Buse’yle evlenmeyi düşünüyoruz!”

Anne : - “ Yaaa ne zaman verdiniz bu kararı?”

Çocuk :- “ İşte verdik bi ara.”

Anne : - “ Peki evlenince ne olacak oğlum?”

Çocuk : - “ Ne olacak oyun oynayıp, bisiklete bineriz işte, oyuncaklarımızı falan paylaşırız.”

Anne : “ …… !!!!! “
* * * * * *

Bir başka gün :

Çocuk : “ Anne ben galiba sana aşık oldum “!!!

Anne ( panik bir halde ama sakin olmaya çalışarak ) : “ Olmaz oğlum çocuklar annelerine aşık olmazlar.

Çocuk : - “ Neden anne? Hani sen aşık olmak birini çok sevmektir demiştin ya geçen gün, ben seni çok seviyorum anne “.

Anne : !!!!, ????
Kıssadan Hisse:
1. Çocuklar zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan hızla büyürlermiş.
2. Çocuklara somut döneme geçmeden önceki dönemlerinde söylenecek her söze, kurulacak her cümleye dikkat etmek gerekirmiş.
3. Çocuk deyip geçmemek, sordukları soruların cevaplarını geçiştirmemek gerekirmi

Kıssadan Hisse




Birkaç gün önce : Anne işten eve yeni gelmiştir, ev işleri; yemek, çamaşır, ütü şeklinde sıraya dizilmiş anneyi beklemektdir. Bu arada anne ile çocuk sohbete başlarlar.

Çocuk : - “ Aşık olmak ne demek anne ? "

Anne : ( Kendinden çok emin cevap verir ) - “ Birini çok sevmektir oğlum.”

Çocuk : “Peki evlilik ne demek anne?”

Anne : “ Sevdiğin insanla hayatı paylaşmaktır oğlum.”

Çocuk : “ Nasıl yani, oyuncaklarımızı paylaşmak gibi mi?”

Anne : “ Evet oğlum, onun gibi “ .


* * * * * * * *

Aradan birkaç gün geçer :

Çocuk :
- “ Anne ben aşık oldum!!! “

Anne : - “ Yaaa öyle mi kim bu şanslı kız?"

Çocuk : - “ Buse anne, hani bizim sınıftaki, uzun saçlı olan .”

Anne : - “ Hımmm!!! “

Çocuk : - “ Anne var ya , biz Buse’yle evlenmeyi düşünüyoruz!”

Anne : - “ Yaaa ne zaman verdiniz bu kararı?”

Çocuk :- “ İşte verdik bi ara.”

Anne : - “ Peki evlenince ne olacak oğlum?”

Çocuk : - “ Ne olacak oyun oynayıp, bisiklete bineriz işte, oyuncaklarımızı falan paylaşırız.”

Anne : “ …… !!!!! “


* * * * * *

Bir başka gün :

Çocuk : “ Anne ben galiba sana aşık oldum “!!!

Anne ( panik bir halde ama sakin olmaya çalışarak ) : “ Olmaz oğlum çocuklar annelerine aşık olmazlar.

Çocuk : - “ Neden anne? Hani sen aşık olmak birini çok sevmektir demiştin ya geçen gün, ben seni çok seviyorum anne “.

Anne : !!!!, ????

Kıssadan Hisse:
1. Çocuklar zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan hızla büyürlermiş.
2. Çocuklara somut döneme geçmeden önceki dönemlerinde söylenecek her söze, kurulacak her cümleye dikkat etmek gerekirmiş.
3. Çocuk deyip geçmemek, sordukları soruların cevaplarını geçiştirmemek gerekirmiş.

21 Şubat 2009 Cumartesi

ÖTEKİ TÜRKİYE'NİN KADINLARI

cry_baby_by_demueUzun zamandır görüşemediğim psikiyatr kuzenimi çalıştığı eğitim merkezinde ziyaret etmiş olmasam biraz sonra anlatacağım kadınları ve onların çocuklarını tanıyamayacaktım.

Kadınlardan bir tanesi, ben eğitim merkezinin bekleme salonunda kuzenimi bekleyerek vakit geçirmeye çalışırken içeriye kucağında çocuğu ile birlikte girmişti.

Üç yaşlarında bir kız çocuğuydu. Kolları ve bacaklarında hiç hareket yoktu, gözleri sabit bir şekilde yukarıya doğru bakıyordu.

Anne, otuzlu yaşlarının başındaydı. Küçük kızın görüntüsü o kadar acı vericiydi ki, kıza bakmaktan annesinin gözlerindeki hüznü çok geç fark ettim.

Anne, salondaki koltuklardan birine oturdu, kızını kucağına yatırdı çünkü kız oturamıyordu.
Annesinin kucağında dalları kırılmış bir fidan gibiydi.

Bir süre sonra anne ile sohbete başladık.

Anne anlattıkça ben göz yaşlarımı saklayacak yer aradım. Tahmin ettiğim gibi anne 32 yaşındaydı, kucağındaki kız ikinci çocuğuydu.

İlk çocuğunun hiç bir problemi yoktu, üç yaşındaki kızının problemi ise doğuştan omuriliğinin olmamasıydı.

Bunları alışmış, hatta durumunu kanıksamış bir şekilde anlatıyordu.

İkinci bebeğine hamile kaldığında kocasını işten çıkartmışlar, O da hamileyken hiç doktora gidememiş, hatta nerede doğum yapacağını bile bilememiş.

Son anlarda komşularının yardımı ile bir hastanede doğurmuş bebeğini. Doktorlar görür görmez bu çocuk yaşamaz demişler, sonra kadının kocası işe girmiş artık durumları daha iyiymiş, şimdi çocuğa kasları gelişsin diye tedavi uyguluyorlarmış, neyse ki bu tedaviyi kocasının bağlı olduğu bir sosyal güvenlik kurumu karşılıyormuş.

Söyleyecek hiç bir söz bulamamıştım. Üzüntümü nasıl gizleyeceğimi bilemiyordum, tam da bu sırada, yine çocuklarının tedavisi için gelmiş iki annenin konuşmalarına tanık oldum.
Duyduklarım karşısında, az önceki üzüntüm şaşkınlığa ve kızgınlığa dönüşmüştü.

Annelerden birinin down sendromlu oğlu vardı. Kadın hastalığın adını bile telaffuz edemiyordu ve yanındaki kadına, - “ Buradan bir çare bulamayız biz. Bir arkadaşım söz etti, falan şehirde bir hoca varmış oraya götüreceğim ben çocuğu “ diyordu.
Diğer kadın da ötekini destekliyordu. Hatta o da sara hastası kızını hocaya okutmak istiyordu.

Üzüntümden ve şaşkınlığımdan ne söyleyeceğimi bilemedim.
Bir süre sonra kuzenim odasından çıktı, yanıma geldi, kucaklaştık, “ Rengin solmuş senin, çok mu yorgunsun ?” diye sordu.

O’na gülümsemeye çalıştım. Anneler ve çocuklarını bekleme salonunda bıraktım ve kuzenimin odasına geçtik. Birer Türk Kahvesi söyledik kendimize. Kahvemizi içerken bekleme salonunda tanıdığım kadınları anlattım O’na.

“Normal değil mi? ” sence dedi.

“Biz artık fakirliğin ve cehaletin yönetildiği bir ülkede yaşıyoruz ve ne yazık ki bu ikisini yönetmek yok etmekten daha kolay. Böyle olduğu sürece hamileyken doktora gidemeyen ve sonra umudunu farklı yerlerde arayan çok kadın olacak. “ diyerek ekledi.

Gün bitiminde o kısacık sürede tanıdığım kadınların etkisinde kalarak döndüm eve.

Sahi ne zaman bu hale gelmiştik biz?

Daha da kötüsü nereye gidiyorduk?

O kadınlar kimdi?

Öteki Türkiye’nin kadınları mı?

fotoğraf : www.deviantart.com

Öteki Türkiye'nin Kadınları




Uzun zamandır görüşemediğim psikiyatr kuzenimi çalıştığı eğitim merkezinde ziyaret etmiş olmasam biraz sonra anlatacağım kadınları ve onların çocuklarını tanıyamayacaktım.

Kadınlardan bir tanesi, ben eğitim merkezinin bekleme salonunda kuzenimi bekleyerek vakit geçirmeye çalışırken içeriye kucağında çocuğu ile birlikte girmişti.

Üç yaşlarında bir kız çocuğuydu. Kolları ve bacaklarında hiç hareket yoktu, gözleri sabit bir şekilde yukarıya doğru bakıyordu.

Anne, otuzlu yaşlarının başındaydı. Küçük kızın görüntüsü o kadar acı vericiydi ki, kıza bakmaktan annesinin gözlerindeki hüznü çok geç fark ettim.

Anne, salondaki koltuklardan birine oturdu, kızını kucağına yatırdı çünkü kız oturamıyordu.
Annesinin kucağında dalları kırılmış bir fidan gibiydi.

Bir süre sonra anne ile sohbete başladık.

Anne anlattıkça ben göz yaşlarımı saklayacak yer aradım. Tahmin ettiğim gibi anne 32 yaşındaydı, kucağındaki kız ikinci çocuğuydu.

İlk çocuğunun hiç bir problemi yoktu, üç yaşındaki kızının problemi ise doğuştan omuriliğinin olmamasıydı.

Bunları alışmış, hatta durumunu kanıksamış bir şekilde anlatıyordu.

İkinci bebeğine hamile kaldığında kocasını işten çıkartmışlar, O da hamileyken hiç doktora gidememiş, hatta nerede doğum yapacağını bile bilememiş.

Son anlarda komşularının yardımı ile bir hastanede doğurmuş bebeğini. Doktorlar görür görmez bu çocuk yaşamaz demişler, sonra kadının kocası işe girmiş artık durumları daha iyiymiş, şimdi çocuğa kasları gelişsin diye tedavi uyguluyorlarmış, neyse ki bu tedaviyi kocasının bağlı olduğu bir sosyal güvenlik kurumu karşılıyormuş.

Söyleyecek hiç bir söz bulamamıştım. Üzüntümü nasıl gizleyeceğimi bilemiyordum, tam da bu sırada, yine çocuklarının tedavisi için gelmiş iki annenin konuşmalarına tanık oldum.
Duyduklarım karşısında, az önceki üzüntüm şaşkınlığa ve kızgınlığa dönüşmüştü.

Annelerden birinin down sendromlu oğlu vardı. Kadın hastalığın adını bile telaffuz edemiyordu ve yanındaki kadına, - “ Buradan bir çare bulamayız biz. Bir arkadaşım söz etti, falan şehirde bir hoca varmış oraya götüreceğim ben çocuğu “ diyordu.
Diğer kadın da ötekini destekliyordu. Hatta o da sara hastası kızını hocaya okutmak istiyordu.

Üzüntümden ve şaşkınlığımdan ne söyleyeceğimi bilemedim.
Bir süre sonra kuzenim odasından çıktı, yanıma geldi, kucaklaştık, “ Rengin solmuş senin, çok mu yorgunsun ?” diye sordu.

O’na gülümsemeye çalıştım. Anneler ve çocuklarını bekleme salonunda bıraktım ve kuzenimin odasına geçtik. Birer Türk Kahvesi söyledik kendimize. Kahvemizi içerken bekleme salonunda tanıdığım kadınları anlattım O’na.

“Normal değil mi? ” sence dedi.

“Biz artık fakirliğin ve cehaletin yönetildiği bir ülkede yaşıyoruz ve ne yazık ki bu ikisini yönetmek yok etmekten daha kolay. Böyle olduğu sürece hamileyken doktora gidemeyen ve sonra umudunu farklı yerlerde arayan çok kadın olacak. “ diyerek ekledi.

Gün bitiminde o kısacık sürede tanıdığım kadınların etkisinde kalarak döndüm eve.

Sahi ne zaman bu hale gelmiştik biz?

Daha da kötüsü nereye gidiyorduk?

O kadınlar kimdi?

Öteki Türkiye’nin kadınları mı?

fotoğraf : www.deviantart.com



18 Şubat 2009 Çarşamba

KAŞ VE AŞK

Başlangıç Notu: Kışın ortasında bu yazıyı yazmak nereden aklıma geldi?

 Acil alarm, tatile çıkmak istiyoruuuuum:)
* * * * * * * *

Kaş ve çevresini gidip gördüğümüzde duygularımızın yerinden oynamaması elde değil. Antalya’nın şehir merkezine uzak ilçelerinden biri olan Kaş aynı zamanda Akdeniz'in renginin de en güzel göründüğü yerlerden biri. Bana göre de Antalya’nın insanın aklına AŞK’ı getiren tek ilçesi KAŞ.

Şehir merkezinden yola çıkıldığında kara yolu ile yaklaşık 3 saat içinde Kaş'a varmak mümkün.
Yaşayanlarının mütevazılığı ile birleşince sadece birkaç günlük tatile gitmek değil, uzun süre oralarda yaşamak, hatta hemen her şeyi bir kenara bırakıp da Kaş’a yerleşivermek geliyor insanın içinden.

Bir ilçeden çok, dik yamaçların altında kalmış kasaba görüntüsündedir Kaş. Küçük sayılacak çarşısını gezerken, çarşının adı ile boyutu arasındaki tezat ilgi çeker. Çarşının adı ''Uzun Çarşı'' dır. Oysa kısa denilebilecek bir sokağa kurulmuştur çarşı. İçindeki hareketi, hediyelik eşyaların çeşitliliğini görünce çarşının kısalığını falan unutuverir de aynı yerleri dolaşmaktan usanmaz insan.

Kıyıda, irili ufaklı tekneleri görmek mümkün. Bu tekneler tatilcilere günlük turlar düzenlemekte .
Günü birlik de olsa civardaki adaları bu sayede görebilmek, kısa süreli bir Mavi Yolculuk yapmak mümkün.

Su altı dalışları, kano turları, doğa yürüyüşleri, yamaç paraşütü, Kaş tatilini daha da hareketlendirmekte . Günün yorgunluğunu atmak için görünüşü salaş ama insana bir o kadar da keyif veren meyhanelerde güne son nokta konulabilir.

Kaş'ın adının nereden geldiği ve tarihçesini merak edenlere bir kaç kısa bilgi de vermek isterim:

Antik çağlardaki adı, arkeolojik bulgularla da kanıtlanmış '' Habesos'' muş ; ancak kent tarihte '' Antiphellos'' adıyla anılmış.
Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına katıldıktan sonra da adı '' Andifli '' olarak anılmaya başlamış.Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra da Osmanlı Devleti Topraklarına Yıldırım Beyazıt zamanında katılmış.

Uzun süre ‘’Andifli ‘’olarak anılmış Kaş'a ilk kez Evliya Çelebi'de ''Kaş''adıyla rastlanıyor. Bir söylenceye göre Kaş, lekesiz, saf, beyaz bir taşa verilen admış. Bu taşı taşıyanlara şimşek ulaşmazmış.
İnsanlar susadığında ağıza bu taş alınırsa susuzluk dinermiş. Saf ve beyaz bir taş olduğundan bu güzel ilçeye layık görülmüş bu ad. Şimdilerde taşın varlığı tek tük hatırlansa da böyle bir taş şu anda bulunamıyor.

Kaş'a gidince konaklama yönünden problem de yaşanmıyor. Ucuz ve temiz ev pansiyonları veya lüks otellerde konaklayarak her bütçeye uygun bir tatil geçirmek mümkün.
Tatilinizi ev pansiyonlarında geçirmeyi tercih ettiyseniz, evinizdeki rahatı fazlasıyla bulabileceğiniz birçok pansiyon hizmet veriyor.

Kaş'ın kapı komşusu, manzarası güzel Meis adasının adı da Yunanca'da ''Göz'' anlamına geliyor. O kadar da yakınlar ki birbirlerine, yetenekli bir ressamın fırçasından çıkmış ‘’kaş’’ ve ‘’ göz’’ gibi duruyorlar. Hem Kaş, hem göz, doğal güzellik konusunda birbirlerini tamamlıyor.
Tıpkı eski ata sözü gibi : Kaş ile göz, gerisi söz.

Antalya'nın uzaklardaki bu güzel ilçesine gidildiğinde tüm benliğinizi gizemli bir çekicilik kaplıyor. Sadece bu çekiciliği yaşamak için bile Kaş görülmeli.

KAŞ VE AŞK




Başlangıç Notu: Kışın ortasında bu yazıyı yazmak nereden aklıma geldi?


Acil alarm, tatile çıkmak istiyoruuuuum:)
* * * * * * * *
Kaş ve çevresini gidip gördüğümüzde duygularımızın yerinden oynamaması elde değil. Antalya’nın şehir merkezine uzak ilçelerinden biri olan Kaş aynı zamanda Akdeniz'in renginin de en güzel göründüğü yerlerden biri. Bana göre de Antalya’nın insanın aklına AŞK’ı getiren tek ilçesi KAŞ.

Şehir merkezinden yola çıkıldığında kara yolu ile yaklaşık 3 saat içinde Kaş'a varmak mümkün.


Yaşayanlarının mütevazılığı ile birleşince sadece birkaç günlük tatile gitmek değil, uzun süre oralarda yaşamak, hatta hemen her şeyi bir kenara bırakıp da Kaş’a yerleşivermek geliyor insanın içinden.

Bir ilçeden çok, dik yamaçların altında kalmış kasaba görüntüsündedir Kaş. Küçük sayılacak çarşısını gezerken, çarşının adı ile boyutu arasındaki tezat ilgi çeker. Çarşının adı ''Uzun Çarşı'' dır. Oysa kısa denilebilecek bir sokağa kurulmuştur çarşı. İçindeki hareketi, hediyelik eşyaların çeşitliliğini görünce çarşının kısalığını falan unutuverir de aynı yerleri dolaşmaktan usanmaz insan.

Kıyıda, irili ufaklı tekneleri görmek mümkün. Bu tekneler tatilcilere günlük turlar düzenlemekte .
Günü birlik de olsa civardaki adaları bu sayede görebilmek, kısa süreli bir Mavi Yolculuk yapmak mümkün.

Su altı dalışları, kano turları, doğa yürüyüşleri, yamaç paraşütü, Kaş tatilini daha da hareketlendirmekte . Günün yorgunluğunu atmak için görünüşü salaş ama insana bir o kadar da keyif veren meyhanelerde güne son nokta konulabilir.

Kaş'ın adının nereden geldiği ve tarihçesini merak edenlere bir kaç kısa bilgi de vermek isterim:

Antik çağlardaki adı, arkeolojik bulgularla da kanıtlanmış '' Habesos'' muş ; ancak kent tarihte '' Antiphellos'' adıyla anılmış.
Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına katıldıktan sonra da adı '' Andifli '' olarak anılmaya başlamış.Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmasından sonra da Osmanlı Devleti Topraklarına Yıldırım Beyazıt zamanında katılmış.

Uzun süre ‘’Andifli ‘’olarak anılmış Kaş'a ilk kez Evliya Çelebi'de ''Kaş''adıyla rastlanıyor. Bir söylenceye göre Kaş, lekesiz, saf, beyaz bir taşa verilen admış. Bu taşı taşıyanlara şimşek ulaşmazmış.
İnsanlar susadığında ağıza bu taş alınırsa susuzluk dinermiş. Saf ve beyaz bir taş olduğundan bu güzel ilçeye layık görülmüş bu ad. Şimdilerde taşın varlığı tek tük hatırlansa da böyle bir taş şu anda bulunamıyor.

Kaş'a gidince konaklama yönünden problem de yaşanmıyor. Ucuz ve temiz ev pansiyonları veya lüks otellerde konaklayarak her bütçeye uygun bir tatil geçirmek mümkün.
Tatilinizi ev pansiyonlarında geçirmeyi tercih ettiyseniz, evinizdeki rahatı fazlasıyla bulabileceğiniz birçok pansiyon hizmet veriyor.

Kaş'ın kapı komşusu, manzarası güzel Meis adasının adı da Yunanca'da ''Göz'' anlamına geliyor. O kadar da yakınlar ki birbirlerine, yetenekli bir ressamın fırçasından çıkmış ‘’kaş’’ ve ‘’ göz’’ gibi duruyorlar. Hem Kaş, hem göz, doğal güzellik konusunda birbirlerini tamamlıyor.
Tıpkı eski ata sözü gibi : Kaş ile göz, gerisi söz.
Antalya'nın uzaklardaki bu güzel ilçesine gidildiğinde tüm benliğinizi gizemli bir çekicilik kaplıyor. Sadece bu çekiciliği yaşamak için bile Kaş görülmeli.






14 Şubat 2009 Cumartesi

MUTFAKTA BİRİ VAR

Bizim mutfakta epeydir biri var. Benim en özel ve en minik yardımcım.

Biz bunu hep yapıyoruz.

En az haftada iki kere.

Birlikte giriyoruz mutfağa, o bana yardım ediyor minicik elleri ile.

Bir kuralımız var ama; O’nun sevdiği ve seçtiği bir şeyler yapmalıyız mutlaka..
Bunlar da haliyle, puding, kurabiye, kek vb. şeyler oluyor.

Puding yaparken, sütü tencereye boşaltmak onun görevi. Bütün malzemeleri karıştırmak da elbette.

Kek yaparken, yumurtayı illa ki o kıracak, bir de biraz çırpacak.

Kalıplı kurabiyelerimiz var bizim, sırf mutfak maceramız için birlikte almıştık, kurabiyeler yapıyoruz çeşit çeşit.

Önce güzelce hamurumuzu hazırlıyoruz.
Sonra o hamuru epeyce yoğuruyoruz ( Bu parmak kaslarının gelişimine de faydalıymış, - ince motor becerilerinin gelişmesi için- )

Ardından sıra merdane ile hamuru açmaya geliyor.
İnanmayacaksınız ama mutfaktaki yardımcım bu konuda da epey usta.

En zevkli kısım ise hamura kalıplarla şekil vermek.

Anne oğul öyle eğleniyoruz ki mutfakta, çok merak ediyorum oğlum büyüdüğünde bu mutfak maceralarımızın O’ndaki geri dönüşümü nasıl olacak?

Aslını arasanız tek derdim O’nun mutlu olması ve birlikte güzel vakit geçirmek.
Çocukluk anılarına tebessümle hatırlayacağı anılar eklemek.
Büyüdüğünde zaman zaman aklına gelsin, o anılara tutunsun diye...

Mutfakta Biri Var







Bizim mutfakta epeydir biri var. Benim en özel ve en minik yardımcım.

Biz bunu hep yapıyoruz.

En az haftada iki kere.

Birlikte giriyoruz mutfağa, o bana yardım ediyor minicik elleri ile.

Bir kuralımız var ama; O’nun sevdiği ve seçtiği bir şeyler yapmalıyız mutlaka..
Bunlar da haliyle, puding, kurabiye, kek vb. şeyler oluyor.

Puding yaparken, sütü tencereye boşaltmak onun görevi. Bütün malzemeleri karıştırmak da elbette.

Kek yaparken, yumurtayı illa ki o kıracak, bir de biraz çırpacak.

Kalıplı kurabiyelerimiz var bizim, sırf mutfak maceramız için birlikte almıştık, kurabiyeler yapıyoruz çeşit çeşit.

Önce güzelce hamurumuzu hazırlıyoruz.
Sonra o hamuru epeyce yoğuruyoruz ( Bu parmak kaslarının gelişimine de faydalıymış, - ince motor becerilerinin gelişmesi için- )
Ardından sıra merdane ile hamuru açmaya geliyor.
İnanmayacaksınız ama mutfaktaki yardımcım bu konuda da epey usta.

En zevkli kısım ise hamura kalıplarla şekil vermek.

Anne oğul öyle eğleniyoruz ki mutfakta, çok merak ediyorum oğlum büyüdüğünde bu mutfak maceralarımızın O’ndaki geri dönüşümü nasıl olacak?

Aslını arasanız tek derdim O’nun mutlu olması ve birlikte güzel vakit geçirmek.
Çocukluk anılarına tebessümle hatırlayacağı anılar eklemek.
Büyüdüğünde zaman zaman aklına gelsin, o anılara tutunsun diye...




10 Şubat 2009 Salı

YAŞAYINCA ANLADIM

İnsanları, doğdukları ya da öldükleri günlerde değil; çoğu zaman durup dururken hatırlamak önemli olmuştur benim için.

Doğum günümde ya da başka bir özel günde, elinde bir hediye paketi ile kapımı çalanlardan çok, “ Seni görmeye geldim çünkü aklıma düştün, özledim seni “ diyebilenler, dost hanemde daha çok yer almışlardır hayatım boyunca.

Bu durum aramızdan ayrılan sanatçılar ve diğer önemli insanlar için de geçerli.

Bence onları sadece bu dünyadan ayrılış tarihlerinin yıl dönümlerinde değil, durup dururken geride bıraktıkları ile hatırlayabilmek önemli.

Bir şiirle, bir şarkıyla, hatta sadece bir kelimeyle bile aklımıza düşebilmeliler.

İşte o an, aslında ölümün olmadığının ve onların hep aramızda olduklarının kanıtlandığı andır.

Bana bunları düşündüren, yağmura hasret kalmış şehirde, üç gündür aralıksız yağan yağmurun hüküm sürdüğü kış günlerinin birinde , aramızdan yıllar önce sıcak bir yaz günü ayrılan Can Baba’nın aşağıdaki şiiri oldu.

Ne kadar özel, ne kadar güzel.
Kim bilir neler yaşamış da Can Baba, bu güzel şiir çıkmış ortaya.
İyi ki geçtin bu dünyadan Can Yücel, iyi ki…
Her dizeyi ayrı ayrı ve dikkatle okumak gerek.
Hayatın bize verilen en önemli armağan olduğunu unutmadan.

* * * * * * * *

“YAŞAYINCA ANLADIM”

Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak, dinleyerek değil..Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım…

Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış,Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım…

Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,Neden hiç ağlamadığını anladım..

Ağlayanı güldürebilmek, ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım…

Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,Çok acıttığında anladım..

Fakat, hak edermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım…

Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,Yüreğini elime koyduğunda anladım…
'' Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,Sana '' git '' dediğimde anladım…

Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,Git dediklerinde gittiğimde anladım…

Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım…

Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişmanolmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım…

Ve gurur, kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş,Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım…

Ölürcesine isteyen, beklemez, sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,Beni af etmeni ölürcesine istediğimde anladım…

Sevgi emekmiş, emek ise vazgeçmeyecek kadar ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş...

 

 
Can Yücel

YAŞAYINCA ANLADIM



İnsanları, doğdukları ya da öldükleri günlerde değil; çoğu zaman durup dururken hatırlamak önemli olmuştur benim için.

Doğum günümde ya da başka bir özel günde, elinde bir hediye paketi ile kapımı çalanlardan çok, “ Seni görmeye geldim çünkü aklıma düştün, özledim seni “ diyebilenler, dost hanemde daha çok yer almışlardır hayatım boyunca.

Bu durum aramızdan ayrılan sanatçılar ve diğer önemli insanlar için de geçerli.

Bence onları sadece bu dünyadan ayrılış tarihlerinin yıl dönümlerinde değil, durup dururken geride bıraktıkları ile hatırlayabilmek önemli.

Bir şiirle, bir şarkıyla, hatta sadece bir kelimeyle bile aklımıza düşebilmeliler.

İşte o an, aslında ölümün olmadığının ve onların hep aramızda olduklarının kanıtlandığı andır.

Bana bunları düşündüren, yağmura hasret kalmış şehirde, üç gündür aralıksız yağan yağmurun hüküm sürdüğü kış günlerinin birinde , aramızdan yıllar önce sıcak bir yaz günü ayrılan Can Baba’nın aşağıdaki şiiri oldu.

Ne kadar özel, ne kadar güzel.
Kim bilir neler yaşamış da Can Baba, bu güzel şiir çıkmış ortaya.
İyi ki geçtin bu dünyadan Can Yücel, iyi ki…
Her dizeyi ayrı ayrı ve dikkatle okumak gerek.
Hayatın bize verilen en önemli armağan olduğunu unutmadan.

* * * * * * * *

“YAŞAYINCA ANLADIM”

Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak, dinleyerek değil..Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım…
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayıpmış,Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım…
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,Neden hiç ağlamadığını anladım..
Ağlayanı güldürebilmek, ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım…
Bir insanı herhangi biri kırabilir, ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,Çok acıttığında anladım..
Fakat, hak edermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım…
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,Yüreğini elime koyduğunda anladım…
'' Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,Sana '' git '' dediğimde anladım…
Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,Git dediklerinde gittiğimde anladım…
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş, her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım…
Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişmanolmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım…
Ve gurur, kaybedenlerin, acizlerin maskesiymiş,Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım…
Ölürcesine isteyen, beklemez, sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,Beni af etmeni ölürcesine istediğimde anladım…
Sevgi emekmiş, emek ise vazgeçmeyecek kadar ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş...


Can Yücel

4 Şubat 2009 Çarşamba

YAZMA SEVİNCİM

Yazma sevincim, okuma sevincimin başlamasından birkaç yıl sonraya rastlar.
Yazmanın bende okumakla aynı hazzı uyandırdığını keşfetmem de bu zamanlara denk gelir.

Sanırım ilk okul dördüncü sınıftaydım, üzerinde minik pembe çiçek resimleri olan bir kapağı vardı defterimin.
Sayfaları çizgisizdi. Çizgisiz olmasını özellikle istemiştim. Nedenini hâla bilmem.

“Sevgili Günlük” diye başlayan bir biri ardına yüzlerce sayfada, her gün yaşadıklarımı anlatırdım, sanki “ Sevgili Günlük” adında bir mektup arkadaşım varmış da düzenli ona mektuplar yazıyormuşum gibi.

Yıllar sonra, hiç beklemediğim bir anda üzerinde pembe çiçekler olan günlüğümü bulup okuduğumda, kendimi zaman makinesiyle geçmişe yolculuk yapıyormuş gibi hissetmiş ve aslında o dönemde yazdıklarımın kendime mektuplar olduğunu fark etmiştim.

Çocukken, hepimize sorulan o klasik soru bana da ; - “ Büyüyünce ne olacaksın bakiiim? ” şeklinde sorulduğunda, hiç tereddütsüz, -“ Yazar olucam ” dediğimi hatırlıyorum.

“ Neden yazıyorum?” sorusundan ziyade, “ Neden yazar ol-a-madım?” sorusu kurcaladı aklımı.

Yazmak ve edebiyat böyle büyük bir tutkuyken neden yazar olamadım da işletme, muhasebe gibi çok farklı meslek alanlarına kaydırdım acaba kendimi?

Eğitim sistemindeki yanlışlardan mı?
Binbir mücadeleyle kazandığım üniversite sınavına tekrar hazırlanamama korkusundan mı?
Geleceğin belirsizliği mi?
Yazma sevincimi ilk gençlik yıllarımda bunlar mı törpüledi acaba?

Neyse, sisteme sitem etmeyeyim o ayrı bir yazı konusu çünkü, devam edeyim yazma sevincime.

Bundan altı yıl önce anne olduğumda, o minik kara gözlü şeyi kucağıma aldığımda, yaşadıklarımı, hissettiklerimi ve oğlumun büyüme hallerini belgelemeliyim diye düşünerek, bu sefer yeşil kapak üzerinde kurutulmuş çiçekler olan defterime oğlumu anlatmaya başladım.
Onun ilk doğum gününde, oğlum için yazdığım doğum hikayesini bir başka anne- çocuk platformuna diğer annelerle paylaşmak için gönderdiğimde, yazımın hemen yayına konduğunu görmek gururlandırdı beni. Sonrasında sitenin yazarları arasına dahil oldum (http://www.bebekkokusu.com/ ) ve yazma maceram orada da devam etti.

Bu arada amatörce yazdığım kitap tanıtımlarını, acemi cesareti ile gönderdiğim (http://www.edebiyatodasi.com/) adlı edebiyat sitesi, yazdıklarımı sürekli yayınlama önerisi getirdiğinde, hatta beni yazarları arasına dahil ettiğinde yüreğimi dolduran sevinci kimseyle paylaşmadan bir kendim bildim.

Şimdi geçmişe dönüp bakıyorum da yıllar geçmiş, “ yazma sevincim “ ve anlatacaklarım” hiç bitmemiş.
Bitecek gibi de görünmüyor, sanırım önemli olan da bu, daha ne isterim?

NOT: Peki Sevgili Turkuaz Deniz, Funda ve Aydan Atlayan kedi ve Efsa sizin yazma nedeniniz ne?

Yazma Sevincim

Yazma sevincim, okuma sevincimin başlamasından birkaç yıl sonraya rastlar.
Yazmanın bende okumakla aynı hazzı uyandırdığını keşfetmem de bu zamanlara denk gelir.

Sanırım ilk okul dördüncü sınıftaydım, üzerinde minik pembe çiçek resimleri olan bir kapağı vardı defterimin.
Sayfaları çizgisizdi. Çizgisiz olmasını özellikle istemiştim. Nedenini hâla bilmem.

“Sevgili Günlük” diye başlayan bir biri ardına yüzlerce sayfada, her gün yaşadıklarımı anlatırdım, sanki “ Sevgili Günlük” adında bir mektup arkadaşım varmış da düzenli ona mektuplar yazıyormuşum gibi.

Yıllar sonra, hiç beklemediğim bir anda üzerinde pembe çiçekler olan günlüğümü bulup okuduğumda, kendimi zaman makinesiyle geçmişe yolculuk yapıyormuş gibi hissetmiş ve aslında o dönemde yazdıklarımın kendime mektuplar olduğunu fark etmiştim.

Çocukken, hepimize sorulan o klasik soru bana da ; - “ Büyüyünce ne olacaksın bakiiim? ” şeklinde sorulduğunda, hiç tereddütsüz, -“ Yazar olucam ” dediğimi hatırlıyorum.

“ Neden yazıyorum?” sorusundan ziyade, “ Neden yazar ol-a-madım?” sorusu kurcaladı aklımı.

Yazmak ve edebiyat böyle büyük bir tutkuyken neden yazar olamadım da işletme, muhasebe gibi çok farklı meslek alanlarına kaydırdım acaba kendimi?

Eğitim sistemindeki yanlışlardan mı?
Binbir mücadeleyle kazandığım üniversite sınavına tekrar hazırlanamama korkusundan mı?
Geleceğin belirsizliği mi?
Yazma sevincimi ilk gençlik yıllarımda bunlar mı törpüledi acaba?

Neyse, sisteme sitem etmeyeyim o ayrı bir yazı konusu çünkü, devam edeyim yazma sevincime.

Bundan altı yıl önce anne olduğumda, o minik kara gözlü şeyi kucağıma aldığımda, yaşadıklarımı, hissettiklerimi ve oğlumun büyüme hallerini belgelemeliyim diye düşünerek, bu sefer yeşil kapak üzerinde kurutulmuş çiçekler olan defterime oğlumu anlatmaya başladım.


Onun ilk doğum gününde, oğlum için yazdığım doğum hikayesini bir başka anne- çocuk platformuna diğer annelerle paylaşmak için gönderdiğimde, yazımın hemen yayına konduğunu görmek gururlandırdı beni. Sonrasında sitenin yazarları arasına dahil oldum (http://www.bebekkokusu.com/ ) ve yazma maceram orada da devam etti.

Bu arada amatörce yazdığım kitap tanıtımlarını, acemi cesareti ile gönderdiğim (http://www.edebiyatodasi.com/) adlı edebiyat sitesi, yazdıklarımı sürekli yayınlama önerisi getirdiğinde, hatta beni yazarları arasına dahil ettiğinde yüreğimi dolduran sevinci kimseyle paylaşmadan bir kendim bildim.

Şimdi geçmişe dönüp bakıyorum da yıllar geçmiş, “ yazma sevincim “ ve anlatacaklarım” hiç bitmemiş.


Bitecek gibi de görünmüyor, sanırım önemli olan da bu, daha ne isterim?

NOT: Peki Sevgili Turkuaz Deniz, Funda ve Aydan Atlayan kedi ve Efsa sizin yazma nedeniniz ne?