28 Temmuz 2011 Perşembe

GÜVERCİN UÇUVERDİ


Epeydir yazmak istiyorum fırsat bulamamıştım, penceremizin pervazında başlayan Kararsız güvercin maceramız hüsranla sonuçlandı !!!
Zaten ben bu yaşıma kadar temmuz ayında anne olan güvercin ya da kumru falan görmediğimden çok da umudum yoktu.


Zavallı güvercin de yumurtaların üzerine oturdu oturdu ve sonunda acı gerçeği anladı, anne olamayacaktı !!!

Bir sabah uyandığımızda oğlumla pencere pervazında fotoğrafta gördüğünüz boş yumurtaları bulduk.

Oysa yavruları çok merak ediyorduk, hevesimiz kursağımızda kaldı :(

Neyse gelecek bahara saklayalım hevesimizi bu mevsim de böyle geçti, bizim kararsız güvercin, sessiz sedasız ardında bıraktığı yumurtalarıyla uçuverdi !!!

22 Temmuz 2011 Cuma

MEYVELER VE İNSANLAR



Çocukken  icat ettiğim oyunlarım vardı benim.

Kendi kendime oynar bazen de arkadaşlarımla paylaşırdım.

Bunlardan biri de " Meyveler ve insanlar" dı.

Bazı meyveleri karakter olarak insanlara benzetirdim.

Misal, kiraz ve vişne ikiz kız kardeştiler ama karakterleri farklıydı.
Kiraz naif, iyi huylu bir kızdı ve fakat vişne sanki daha şımarık, aksi ve bencildi.
 İkisi de sıfır beden, zayıf kızlardı.

İnciri oldum olası, tatlı şeker gibi bir yaşlı nineye benzetirdim.
 Hani gelsin diye dört gözle beklenir de, geldiğinde çantasından çocuklara türlü türlü hediyeler çıkaran aile büyüğü yaşlı teyzeler var ya öyle işte.

Limon, çok yaşamış, görmüş geçirmiş ama ekşi yüzlü büyükbabaydı. Aslında çocukları çok seven ama sevdiğini belli etmeyen huysuz  ihtiyar !!

Narın cinsiyeti yoktu. Erkek de olabilirdi, kadın da. Gittiği yere bereket götüren bir aile büyüğü gibiydi.

Kavun ve karpuz da kardeştiler hiç anlaşamazlardı,  pek de sevmezlerdi birbirlerini . O kadar şişkoydular ki, gittikleri hiç bir yere sığmazlardı.

Dut ve çilek ailenin nazlı kızlarıydılar.
Dutun yükseklerde olmak gibi bir tutkusu vardı,  oysa çileğin ayakları yere sağlam basmalıydı.
Çilek mis gibi kokusuyla duttan bir gıdım daha dikkat çekerdi.

Muz ailenin çapkın oğlu, şeftali uçarı kızıydı. Elma dört mevsim ara bulucuydu.

İşte böyle; bu gün pazarda ilk incirleri gördüm.
Her hafta kiraz aldığım pazarcı çocuk " ablacım haftaya kiraz bulamazsın vişne zamanı geliyor al bu kirazları " deyince bu çocukluk oyunum aklıma geldi .

Kirazları aldım. Pazarcı çocuk sabah ilk siftahını aldığım kirazlarla yaptı.
Ben de ikiz kız kardeşlerin, naif ve iyi huylu olanıyla gülümseyerek başka tezgahlara doğru pazarın içinde uzaklaştım.

19 Temmuz 2011 Salı

BÖĞÜRTLENDEN ÖĞRENDİKLERİM


Bilmezdim ben böyle şeyleri, hatta genç kızken sıkılır, " ince iş" derdim.

İlgimi de çekmezdi açıkçası , amaaaa yıllar geçip de yaşım belli bir seviyeye gelince yapımını merak eder oldum, bir de heves geldi üzerime sormayın gitsin ...

Şimdi elime geçen her meyveyle deniyorum.

Reçel yapmaktan söz ediyorum.



Bahçemdeki böğürtlenlerle başladım işe; internetten tarifine baktım, denedim güzel oldu.

Evdeki mutfak kraliçesi de beğendi ya, gam yok artık bana:)

Hem oğlum da kahvaltıda annesinin reçellerini yiyor, organik, hormonsuz meyvelerden, katkısız ev yapımı reçel.

Tarifini vereyim mi?
Vermeyeyim zaten siz  daha güzelini yapıyorsunuzdur. Hatta değişik reçel tarifleriniz varsa alabilirim de...

Sırada, vişne, kayısı, incir ve kara erik var. Yapmasına yaparım da kilo almaktır tek korkum !!!

Eee bu yazıyı neden yazdın diye sorabilirsiniz?

Kırk yaşımdan sonra bahçemdeki böğürtlenler bana reçel yapmayı öğrettiler de ondan.

Kıssadan hisse; öğrenmenin yaşı yok ve bazen bir meyve bile size çok şey öğretebilir anlık mutluluklar yaşatabilir :)))

15 Temmuz 2011 Cuma

BÜTÜN ASKERLER HEP ÖLÜR MÜ ANNE ?


UZUN BİR YAZI BU; YÜREKLERE KOR DÜŞTÜĞÜ BİR ANDA DÖRT YIL ÖNCE YAZMIŞIM, YILLAR SONRA DEĞİŞEN HİÇ BİR ŞEY YOK;
HAVA KURŞUN GİBİ AĞIR HÂLÂ !!!!

 * * * *
1974.

İlkokulun birinci sınıfından, ikinci sınıfa geçtiğim yılın yazı.
Haziran sonu temmuz başları .
 Hatırı sayılır bir sıcak yaşanıyor İstanbul’ da çocuğum ya belki de bana öyle geliyor.



Sabah, öğleden sonra ve akşam üzerleri, sürekli sokakta oynama günlerim.



En büyük keyfim; sokakta oynarken, akşam saat altı buçuk, yedi civarı babamın alt sokaktan köşeyi dönüşünü beklemek.



Kızlar babalarına düşkündür ya birinci neden bu, ikinci ve o zamanlar için bana göre önemli sayılabilecek neden; okumayı yeni sökmüş bir çocuk olarak babamın her akşam olmasa da, en azından gün aşırı eve dönüşlerinde getireceği kitapları beklemek.
. . .


Birkaç akşamdır babam yok ortalarda !!!!
Bekliyorum …
. . .


Gelmiyor.

Anneme soruyorum: -“Anne babam nerede? Neden gelmiyor?” diye.
- “ Bekleme yavrum baban bu gece de gelmeyecek “ diye yanıtlıyor beni.



Böylece neredeyse bir ay geçiyor, aslında bana göre geçmek bilmiyor. Üzülüyorum, merak ediyorum, kalbimin yerinde her an uçmaya hazır bir kuş varmış gibi kıpır kıpır babamı bekliyorum.

Geceleri yatağımda babamı düşünüyorum, anneme bakıyorum, annemde bir telaş, komşularımızda da bir telaş, korkuyorum.
Mahalledeki arkadaşlarımın babaları eve geliyor ama benim babam yok!!



-“ Anne neden arkadaşlarımın babaları akşamları evlerine geliyor da benimki gelmiyor bir şey mi oldu babama?”

- “ Baban görevli kızım, ortalık karışık, uzun bir süre gelmeyecek” diyor.
- “ Ya babama bir şey olursa anne, ne yaparım o zaman?”
- “ Olmaz kızım, merak etme
diyor”.

Bu konuşma hemen her gün annemle aramızda tekrar ediliyor.
Ben bıkmadan soruyorum, annem sabırla yanıtlıyor.
Sözde rahat görünmeye çalışıyor annem, rahat değil, gergin üstelik, çocuklar hissederler böyle şeyleri anlamaz mıyım?


Birkaç gün sonra tarihi Kıbrıs Çıkartması gerçekleşiyor. O dönemler binbaşı rütbesinde olan deniz subayı babam, daha uzunca bir süre eve dönemiyor.

Eve döndüğü gün, babama sarıldığım gün. . . . büyüdüğümü hissediyorum.
. . .


1979. Orta ikinci sınıftayım.
Aylardan kasım. Gece yarısını çoktan geçmiş saatler. Sabaha karşı. Uykuda herkes.
Şiddetli bir patlamayla uyanıyoruz. Patlama sesine cam kırıklarının sesi karışıyor.
Dışarıya bakıyoruz, gök yüzü kıpkırmızı,




Kadıköy yanıyor sanki.
“Babacım ne oluyor?” diye o korkuyla iki kardeş annemizle babamızın yanına koşuyoruz..
Kardeşim “ baba beni kurtar” diye ağlıyor. Ne olduğunu anlayamıyoruz. Ortalık mahşer yeri gibi.


İlk şoku atlattıktan sonra Üsküdar açıklarında iki geminin çarpıştığını öğreniyoruz. Petrol yüklü Romen bandıralı gemi alev topuna dönüşüyor.



O dönemde İstanbul’da yaşayanların şimdi bile hatırladıkları “ İndependenta” adlı gemi gözümüzün önünde alev alev yanıyor. ” Babam yanımızda ya bize bir şey olmaz “ diyor kardeşim. Varlığı güven veriyor bize...

. . . 1984.

Geçtiğimiz günlerde yaşanan üniversite sınavı telaşı var evimizde. Sınav iki aşamalı o dönemlerde. İlki bitmiş, kazanmışım, ikinci sınava gireceğim. Gerginiz ailecek. Tercih yapmak gerekli ( O zamanlar tercihimizi sınava girmeden yapıyorduk ).
-“İstanbul dışı tercih yapma istersen kızım” diyor babam.
Kavak yelleri benim de başımda esiyor ya o zamanlar, dinler miyim hiç ? Yapıyorum İstanbul dışı tercihlerimi, sıralıyorum bir güzel...
Sonuçlar açıklanıyor. Kazandığımız yerler belli oluyor.


Benimki İstanbul dışı!!

Sesini çıkartmıyor babam.
-”Tercih senin kızım, hayırlı olsun “ diyor.
Babamla düşüyoruz yollara. İlk kez ayrılacağım ailemden.
Olsun, yanımda babam var.


Kaydımı yaptırıyoruz birlikte, eksiklerimi alıyoruz. Yerleştiriyor beni ve dönüyor İstanbul’a.
Kapıdan içeri girer girmez anneme sarılıp: -“ Kızımı oralarda bıraktım ben” diye ağladığını yıllar sonra bir sohbet sırasında tesadüfen öğreniyorum annemden.


. . .

Hayatımın her döneminde babama ihtiyaç duydum ben. Altı yaşımda, on altı yaşamda, kırk yaşımda, değişmedi hiç.
. . .


2007

Aylardan Haziran. Karmakarışık ülkemin güney doğusu. Ne olacağı da belli değil. Haberleri izliyorum. Çatışmada bir “binbaşı, bir “ albay”, bir er şehit düşmüş yine. Bir sürü ocak sönmüş tanımadığımız bilmediğimiz. Sönmüş ama Güneydoğu’da da, yüreklerde de yangınlar bitmiyor. Babasız kalmış çocuklar, evlatsız kalmış babalar. Babalar günü yaklaşıyor üstelik...

. . .

Gözlerim doluyor. Göz yaşlarıma engel olamıyorum.

Küçük bir kız çocuğu geliyor gözlerimin önüne, altı yaşında , ilk okula yeni başlamış.

Meraklı, çocuk gözleriyle annesine : - “ Anne arkadaşlarımın babaları eve geldi, benim babam nerede,  yoksa babama bir şey mi oldu”? diyen…

Çocuktur anlamaz dediğimiz ama her şeyi fark eden bir “can”ım var henüz 4 yaşında olan. Televizyondaki haberlerden etkilenerek yıllar önce anneme sorduğum sorunun daha da karmaşığını, annesine çocuk aklıyla soran: “ Bütün askerler hep ölür mü anne” ?


13 Temmuz 2011 Çarşamba

BİR GÜN DAHA YAŞANDI VE BİTTİ KÜÇÜK SEVİNÇLERİ VE KEDERLERİYLE ...



*** " Gün Bitimi
Yeryüzü ile vedalaşmak üzereyken
güneş,
sona erer
gün boyu bulutlarla ittifak eden dağların
mutluluğu ... "




*** Yener Yaman



















10 Temmuz 2011 Pazar

İYİ Kİ DOĞDUN

Yazdıklarımı ne zaman okursun, ya da okur musun ? Bilmiyorum...

Söz uçar yazı kalır derler ya, sana kendimden iz bırakmak için yazıyorum.

Yok, öyle çok klasik şeyler yazmayacağım bu sefer sana, seni ne kadar çok sevdiğimi uzun uzun anlatmayacağım, gerek de yok; çünkü sevgimin büyüklüğüni biliyorsun.

Sen; kırk yıllık  hayatıma sığdırabildiğim en güzel ve en anlamlı şeysin.

Sen; gelmeden yıllar önce gördüğüm rüyamda anneannem tarafından kucağıma verilen beyazlar içindeki bebeğimsin.


Zaman hızla geçiyor, şimdi değil ama bir gün sen de bunu fark edeceksin.

Sadece zamanın hızlı geçişini değil, hayatın acımasızlığını da fark edeceksin.

Dilerim yüzün hep güler, hep mutlu, huzurlu ve sağlıklı olursun ve ben şimdi büyümene tanık olduğum gibi gelecekte hep yanında olurum.

Bu gün senin doğum günün, iyi ki doğdun,.

İyi ki girdin hayatıma bebeğim; doğum günün kutlu olsun....

6 Temmuz 2011 Çarşamba

SENDEN VAZGEÇEMEDİM ...


Seninle ilk tanışmamızı hatırlıyor musun?

Ben hiç unutmadım biliyor musun?
15 ya da 16 yaşımda olmalıydım.

Gençtim, kanımın deli aktığı zamanlardaydım.
Gizli gizli buluşurduk seninle .

Nasıl da heyecanlanırdık, yakalanma korkusuyla.
Şimdi düşünüyorum da, bir araya geldiğimizde seni bilemem ama ben, çok çok mutlu olurdum.

Günlerden bir gün, anneme yakalanmıştık.
O zaman, oturduğumuz evimizin arka balkonundaydık seninle.
Ne ara girmiş annem içeriye fark edemedik.

Çok kızmıştı annem ikimizi bir arada görünce ; - “ Hayır, izin vermiyorum “ demişti sert bir dille. “ Bununla ilgili asla tavizim yok bilesin; bir daha ikinizi bir arada kesinlikle görmek istemiyorum” diye eklemişti, bağırmaya yakın bir ses tonuyla.

Uzun bir süre de takip etti ikimizi, bir araya geliyor muyuz diye, hatta tüm komşuları bile uyarmıştı seninle görüşmemize engel olmak için.

Üniversite yıllarımız, özgürlüğümüz olmuştu. Hiç kimseseninle gizli saklı görüştüğümüzü bilmedi.
Bazen sabahlara kadar ders çalıştık, bazen hovardalık yaptık birlikte. İşte o üniversite yıllarından sonra, artık hiç kopamadık. Öyle güçlü bir bağdı ki aramızdaki, istesek de kopamazdık.

Bir gün çok kızmıştım sana. Senle olan ilişkimi bitirmeye ilk kararı o gün vermiştim.
Senin yüzünden hastalanmıştım çünkü.
Uzun süre görmek istememiştim seni. Oysa o kadar alışmıştım ki sana ne yazık ki o “ Uzun Süre” ye çok fazla dayanamadım.

Düşünüyorum da, sen aslında hiç dost olmadın bana.
Dost gibi görünenlerdendin.
Ben seni kendimce dost bildim, iyi günümde de, kötü günümde de sana sarıldım.

Sen ne yaptın?
Sinsice kullandın iyi niyetimi.
Şimdi yolun yarısını çoktan geride bıraktığım yaşlarımdayım.
Bakalım sürem ne zaman dolacak?

Geçenlerde, doktora gittim kontrole.

Uzun uzun muayene etti beni doktorum.
Sonra yüzüme soran gözlerle ve üzgün bir ifadeyle bakarak : -“ Bu kadar ne yaptın ciğerlerine ?” dedi.
Seni çıkarttım cebimden, masanın üzerine koydum, - “ Ben değil doktor, o yaptı “ dedim.
Sen, bana masanın üzerinden, doktora belli etmeden gülümsüyordun.

Ömrümü kısalttın, ciğerlerimi kararttın ama senden vazgeçemedim!!!

BLOG ” NOT ” : Bu yazı her günkü yürüyüş yolumda rastladığım, düzgün giyimli, 15 - 16 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir delikanlıyı, kaçamak hareketlerle sigarasını yakıp, keyifle içerken gördükten sonra yazıldı.

1 Temmuz 2011 Cuma

SÜNNET VE PİPİ SORUNSALI



Bu yaz oğlumuzu sünnet ettirecektik, azimli ve kararlıydık, hatta giysilerinden provasını bile yapmıştık.

Aslında biz bu sünnet konusunu oğlanın bebekliğinden beri düşünüyorduk. Dokuz aylıkken başka bir konuda minik bir operasyon geçirdiğinden, bu süreçte  bir de sünnet ettirmeye kıyamadık, büyümesini bekledik, keşke beklemesydik !!

Neyse, okullar kapanır kapanmaz sünnetini yaptırıp, temmuz sonuna doğru da aile arasında mütevazı bir düğün planlıyorduk. Bu amaçla bebekken ameliyatını yapan çocuk cerrahı doktorumuza götürdük.

Doktor, biraz incelemeden sonra -" Yok ben bu abiyi sünnet edemem, derisi çok ince, iyileşmesi uzun sürer ve sünnet sonrası canı yanar" demesin mi ?

Ben tabii şaşırarak, - " Nasıl yani bu çocuk hiç mi sünnet olamayacak doktor bey? " dedim.


Doktorumuz ufak bir tedavi önerdi, iki ay sonra kontrol edeceğini söyledi, biz de hevesimiz kursağımızda kalarak eve döndük.

Bakalım iki ay sonra durum ne olacak? Tabii onun durumu çok daha önemli.

Eve gelirken eşimle konuştuk da keşke bebekken olsaydı   sünnet .

Ne bileyim daha önce erkek çocuk annesi olmadım ki, işte annelikle ilgili bir tecrübe daha, hiç bir şey yaşamadan anlaşılmıyor ... bekleyelim, görelim.