27 Kasım 2008 Perşembe

VEDA

Bu gece, seninle birlikte geçireceğimiz son gecemiz.

Yarın, yeni gün başladığında yollarımız tamamen ayrılmış olacak.

Bu ayrılığa nasıl dayanırım? Bilmiyorum…

Bildiğim, sensiz hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağı.

Yokluğuna alışmak hiç kolay olmayacak.

Hayatıma ilk girdiğin zamanları düşünüyorum da, ne güzel günlerdi o günler.

Ne yazık… Yeni gün başlarken anıya dönüşecek her şey.

Önceleri hiç ısınamamıştım sana, kısa bir süre sonra ne olduğunu anlayamadan kendimden bir parça oluverdin.

Sonra da; hep gurur duydum seninle.

Yaşım ilerledikçe sen bana hep kendimi özel hissettirdin.

Evlenip, anne olduktan sonra da en büyük destekçim oldun, bunu inkar etmem mümkün değil.

Bebeklerim ağlarken ve o ağlamaları kimse susturamazken sen bir çırpıda susturmayı başarırdın el kadar bebekleri.

Özel, farklı bir şeyler vardı sende.

Düşünüyorum da çok erken ayrılıyoruz. Sensizlik, yokluğuna alışmak kolay olmayacak.

Kabullenemiyorum aslında bu ayrılığı.

Tuhaf bir duygu bu.

Nedir bunun adı? Alışkanlık mı? Sahiplenmek mi?

Hangisinden vazgeçmek daha kolay? Senden mi, hayattan mı?

Aklım karışık anlayacağın.

Bu aralar kimse teselli edemez beni. Sözün bittiği yerdeyim ve bu kadar cümleyi nasıl kuruyorum ben de bilmiyorum.

Biliyor musun? Ben hiç değişmedim, değişen sendin.

Üstelik hayatımın çok yolunda gittiğini düşündüğüm bir dönemde fark ettim sende başlayan değişimi.

O günü hatırlıyor musun?

Banyoda aynanın karşısındaydım.

Senin içindeki o sert kitle gelir gelmez elime, soluğu doktorumun muayenehanesinde almıştım.

Sonucu sen de biliyorsun, tahliller, ultrasonlar, mamografiler sonucunda acil ameliyat olmam gerektiğini söylemişti doktorlar.

Neyse ki erken tanıymış, iyileşirmişim, hemen her kadının başına gelirmiş, miş, miş miş. Gerisini duymamıştım zaten. Tek tesellim gerçekten “erken tanı” olmasıydı.

Bu gece son gecemiz seninle sevgili “sol” memem. Yarın hayatımda sen olmayacaksın ve biliyorum yarından itibaren benim için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Not: Bu yazı çocukluk arkadaşım Yasemin’e ithafen yazılmıştır.

Yasemin, ilköğretim çağlarında iki kız annesi iken 2004 yılında, 35 yaşında meme kanseri ile tanışmış; erken tanı sayesinde hastalığın vücudunda ilerlemesi durdurulmuştur.

Aldığı 6 seans kemoterapi ve dökülen saçlarına rağmen, her zaman hayranlık duyduğum yaşama sevinci ile hayata tutunmayı başarmıştır.

O dönem, OKS sınavına hazırlanan büyük kızının psikolojisinin bozulmaması için, hasta haliyle çabalamıştır.
Kızı şimdi Anadolu Liselerinden birinde öğrenim görmektedir. Hastalığı, bir daha tekrar etmemiştir, tekrar etmesin diye rutin kontrollerine aksatmadan devam etmektedir.

Arkadaşının bu döneminde elinden geldiği kadar yanında olmaya özen gösteren benim ise bu yazıyı yazma sebebim; “ meme kanseri ” nin biz kadınlar için kader olmadığını, erken tanı ve tedavi ile çok başarılı sonuçlar alınabileceğini, hangi koşulda olursak olalım, dünya üzerinde nefes aldığımız her dakikamızın değerli olduğunu kelimelerim elverdiğince anlatmaya çalışmaktan ibarettir

VEDA




Bu gece, seninle birlikte geçireceğimiz son gecemiz.

Yarın, yeni gün başladığında yollarımız tamamen ayrılmış olacak.

Bu ayrılığa nasıl dayanırım? Bilmiyorum…

Bildiğim, sensiz hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağı.

Yokluğuna alışmak hiç kolay olmayacak.

Hayatıma ilk girdiğin zamanları düşünüyorum da, ne güzel günlerdi o günler.

Ne yazık… Yeni gün başlarken anıya dönüşecek her şey.

Önceleri hiç ısınamamıştım sana, kısa bir süre sonra ne olduğunu anlayamadan kendimden bir parça oluverdin.

Sonra da; hep gurur duydum seninle.

Yaşım ilerledikçe sen bana hep kendimi özel hissettirdin.

Evlenip, anne olduktan sonra da en büyük destekçim oldun, bunu inkar etmem mümkün değil.

Bebeklerim ağlarken ve o ağlamaları kimse susturamazken sen bir çırpıda susturmayı başarırdın el kadar bebekleri.

Özel, farklı bir şeyler vardı sende.

Düşünüyorum da çok erken ayrılıyoruz. Sensizlik, yokluğuna alışmak kolay olmayacak.

Kabullenemiyorum aslında bu ayrılığı.

Tuhaf bir duygu bu.

Nedir bunun adı? Alışkanlık mı? Sahiplenmek mi?

Hangisinden vazgeçmek daha kolay? Senden mi, hayattan mı?

Aklım karışık anlayacağın.

Bu aralar kimse teselli edemez beni. Sözün bittiği yerdeyim ve bu kadar cümleyi nasıl kuruyorum ben de bilmiyorum.

Biliyor musun? Ben hiç değişmedim, değişen sendin.

Üstelik hayatımın çok yolunda gittiğini düşündüğüm bir dönemde fark ettim sende başlayan değişimi.

O günü hatırlıyor musun?

Banyoda aynanın karşısındaydım.

Senin içindeki o sert kitle gelir gelmez elime, soluğu doktorumun muayenehanesinde almıştım.

Sonucu sen de biliyorsun, tahliller, ultrasonlar, mamografiler sonucunda acil ameliyat olmam gerektiğini söylemişti doktorlar.

Neyse ki erken tanıymış, iyileşirmişim, hemen her kadının başına gelirmiş, miş, miş miş. Gerisini duymamıştım zaten. Tek tesellim gerçekten “erken tanı” olmasıydı.

Bu gece son gecemiz seninle sevgili “sol” memem. Yarın hayatımda sen olmayacaksın ve biliyorum yarından itibaren benim için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.


Not: Bu yazı çocukluk arkadaşım Yasemin’e ithafen yazılmıştır.

Yasemin, ilköğretim çağlarında iki kız annesi iken 2004 yılında, 35 yaşında meme kanseri ile tanışmış; erken tanı sayesinde hastalığın vücudunda ilerlemesi durdurulmuştur.

Aldığı 6 seans kemoterapi ve dökülen saçlarına rağmen, her zaman hayranlık duyduğum yaşama sevinci ile hayata tutunmayı başarmıştır.

O dönem, OKS sınavına hazırlanan büyük kızının psikolojisinin bozulmaması için, hasta haliyle çabalamıştır.
Kızı şimdi Anadolu Liselerinden birinde öğrenim görmektedir. Hastalığı, bir daha tekrar etmemiştir, tekrar etmesin diye rutin kontrollerine aksatmadan devam etmektedir.

Arkadaşının bu döneminde elinden geldiği kadar yanında olmaya özen gösteren benim ise bu yazıyı yazma sebebim; “ meme kanseri ” nin biz kadınlar için kader olmadığını, erken tanı ve tedavi ile çok başarılı sonuçlar alınabileceğini, hangi koşulda olursak olalım, dünya üzerinde nefes aldığımız her dakikamızın değerli olduğunu kelimelerim elverdiğince anlatmaya çalışmaktan ibarettir.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Açık Mektup

Uzun yıllar önceydi.

On yaşını doldurmuş küçük kız, o yıl ortaokula başlamanın heyecanı içindeydi.

Uçsuz bucaksız bir alana kurulu olan, 6 yıl boyunca orta okul ve lise eğitimi göreceği okul hem tarihi binasıyla küçük kıza çok çekici geliyordu, hem de yeni bir çevreye girmekten ötürü çekingenlik yaşıyordu.

Beş yıl boyunca birlikte olduğu ilk okul öğretmeni ve arkadaşlarından ayrılıp, yeni bir hayata başlamanın tedirginliğini fazlasıyla hissettiği bir dönemdeydi.

Onun gibi ortaokul birinci sınıf öğrencileri, değişik dersler ve değişik öğretmenlerle yavaş yavaş tanışıyorlardı.

Öğretmenlerini sevmişti küçük kız.

Hele Türkçe öğretmeni, etkileyici ses tonu, öğrencilere yumuşak ve sevgi dolu yaklaşımı ve mükemmel Türkçe’si ile küçük kızın gönlünde taht kurmuştu.

Türkçe öğretmeninin değişik bir ders anlatış biçimi vardı.

Özellikle dilbilgisi derslerinde konuyu bir hafta önceden öğrencilerine verir, ertesi hafta konuya hazır olan bir öğrenciyi derse kaldırır, önce ona dersi anlattırır sonra da kendisi eklemeler yaparak derse devam ederdi. Öğrenciler de çok memnun olurdu bu durumdan.

Bir gün, yine ertesi haftanın ödevini verdi öğretmen öğrencilerine.
Konu, “ inceltme işareti ” idi.

Küçük kız, eve gidince dersine güzelce hazırlanmaya başladı.

Konuyu önce okudu, kendi kendine notlar aldı, sonra bir kaç kere annesine anlattı, ardından oyuncak bebeklerini karşısına alarak onlara da öğretmen edasıyla inceltme işaretini anlattı.

Ertesi hafta ders başladı; öğretmen her zamanki gibi : “Konuyu kim anlatmak istiyor?” diye sorduğunda, kız derse hazır olmasına rağmen yine de çekinerek parmağını kaldırdı.

Öğretmen arka sıralardan kalkan bu çekingen parmağı gördü ve kızı tahtaya çağırdı.

Küçük kızın kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.

Heyecan içinde tahtaya geldi ve konuyu anlatmaya başladı, anlatırken örnekler de verdi;
“ kar, kâr – hala, hâla – adet, âdet- kağıt, kâğıt ”.

Anlattıkça ve öğretmen dahil bütün sınıfın onu dinlediğini fark ettikçe heyecanı geçti.

Sunum bittikten sonra öğretmenine baktı.

Öğretmen yüzüne memnuniyet ifadesi yerleşmiş bir tebessüm içinde şunları söyledi:

“ Evet çocuklar, arkadaşınız bu konuyu o kadar güzel anlattı ki, benim bir şey eklememe gerek kalmadı. Hepinizin önünde O’na teşekkür etmek istiyorum, arkadaşınıza kocaman bir aferin.,,

Kıza ismini ve okul numarasını sordu, kız da ismini ve okul numarasını söyledi...

O gün küçük kız hayatının dönüm noktalarından birini yaşamıştı.

Kendine daha çok güvenmiş, o ürkek serçe çekingenliği azalmış, okuluna, yeni arkadaşlarına daha da alışmıştı artık.

* * * * *

Sevgili Öğretmenim;

Açık mektup nasıl yazılır bilmiyorum, tıpkı bu mektubun size ulaşıp ulaşmayacağını bilmediğim gibi.

30 yıl geçti aradan ama bazı şeyler unutulmuyor öğretmenim.

Siz beni okuttuğunuz yüzlerce öğrenciniz arasından hatırlamıyor olabilirsiniz, şunu bilmenizi isterim ki; yıllar önce derse kaldırdığınız, anlatımını çok beğendiğiniz o çekingen küçük kız, sizi hep sevgi ve saygıyla anmaya devam ediyor.

Siz yıllar önce o gün, belki de farkında olmadan, o çok bilinen “ deniz yıldızı ” hikayesindeki gibi okyanusa bir deniz yıldızı fırlattınız öğretmenim ve şimdi o deniz yıldızı da eğitim yolunda bir çok deniz yıldızını okyanusla buluşturmaya devam ediyor.

Yeni dilbilgisi kurallarına göre bazı kelimelerden kaldırılmış olsa da “ hâla ,, gerektiğinde inceltme işaretini kullanıyor.

Sizin ve sizin şahsınızda eğitime gönül veren tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun.

Saygı ve özlemle ellerinizden öperim sevgili öğretmenim.

“ ÖZLEM ÖZAD
1- G 2449
KADIKÖY KIZ LİSESİ
1978 - 1979 Öğretim Yılı ,,
Fotoğraf : http://www.kadikoykizlisesi.org/

Açık Mektup














Uzun yıllar önceydi.

On yaşını doldurmuş küçük kız, o yıl ortaokula başlamanın heyecanı içindeydi.

Uçsuz bucaksız bir alana kurulu olan, 6 yıl boyunca orta okul ve lise eğitimi göreceği okul hem tarihi binasıyla küçük kıza çok çekici geliyordu, hem de yeni bir çevreye girmekten ötürü çekingenlik yaşıyordu.

Beş yıl boyunca birlikte olduğu ilk okul öğretmeni ve arkadaşlarından ayrılıp, yeni bir hayata başlamanın tedirginliğini fazlasıyla hissettiği bir dönemdeydi.

Onun gibi ortaokul birinci sınıf öğrencileri, değişik dersler ve değişik öğretmenlerle yavaş yavaş tanışıyorlardı.

Öğretmenlerini sevmişti küçük kız.

Hele Türkçe öğretmeni, etkileyici ses tonu, öğrencilere yumuşak ve sevgi dolu yaklaşımı ve mükemmel Türkçe’si ile küçük kızın gönlünde taht kurmuştu.

Türkçe öğretmeninin değişik bir ders anlatış biçimi vardı.

Özellikle dilbilgisi derslerinde konuyu bir hafta önceden öğrencilerine verir, ertesi hafta konuya hazır olan bir öğrenciyi derse kaldırır, önce ona dersi anlattırır sonra da kendisi eklemeler yaparak derse devam ederdi. Öğrenciler de çok memnun olurdu bu durumdan.

Bir gün, yine ertesi haftanın ödevini verdi öğretmen öğrencilerine.
Konu, “ inceltme işareti ” idi.

Küçük kız, eve gidince dersine güzelce hazırlanmaya başladı.

Konuyu önce okudu, kendi kendine notlar aldı, sonra bir kaç kere annesine anlattı, ardından oyuncak bebeklerini karşısına alarak onlara da öğretmen edasıyla inceltme işaretini anlattı.

Ertesi hafta ders başladı; öğretmen her zamanki gibi : “Konuyu kim anlatmak istiyor?” diye sorduğunda, kız derse hazır olmasına rağmen yine de çekinerek parmağını kaldırdı.

Öğretmen arka sıralardan kalkan bu çekingen parmağı gördü ve kızı tahtaya çağırdı.

Küçük kızın kalbi yerinden fırlayacak gibiydi.

Heyecan içinde tahtaya geldi ve konuyu anlatmaya başladı, anlatırken örnekler de verdi;
“ kar, kâr – hala, hâla – adet, âdet- kağıt, kâğıt ”.

Anlattıkça ve öğretmen dahil bütün sınıfın onu dinlediğini fark ettikçe heyecanı geçti.

Sunum bittikten sonra öğretmenine baktı.

Öğretmen yüzüne memnuniyet ifadesi yerleşmiş bir tebessüm içinde şunları söyledi:

“ Evet çocuklar, arkadaşınız bu konuyu o kadar güzel anlattı ki, benim bir şey eklememe gerek kalmadı. Hepinizin önünde O’na teşekkür etmek istiyorum, arkadaşınıza kocaman bir aferin.,,

Kıza ismini ve okul numarasını sordu, kız da ismini ve okul numarasını söyledi...

O gün küçük kız hayatının dönüm noktalarından birini yaşamıştı.

Kendine daha çok güvenmiş, o ürkek serçe çekingenliği azalmış, okuluna, yeni arkadaşlarına daha da alışmıştı artık.

* * * * *

Sevgili Öğretmenim;

Açık mektup nasıl yazılır bilmiyorum, tıpkı bu mektubun size ulaşıp ulaşmayacağını bilmediğim gibi.

30 yıl geçti aradan ama bazı şeyler unutulmuyor öğretmenim.

Siz beni okuttuğunuz yüzlerce öğrenciniz arasından hatırlamıyor olabilirsiniz, şunu bilmenizi isterim ki; yıllar önce derse kaldırdığınız, anlatımını çok beğendiğiniz o çekingen küçük kız, sizi hep sevgi ve saygıyla anmaya devam ediyor.

Siz yıllar önce o gün, belki de farkında olmadan, o çok bilinen “ deniz yıldızı ” hikayesindeki gibi okyanusa bir deniz yıldızı fırlattınız öğretmenim ve şimdi o deniz yıldızı da eğitim yolunda bir çok deniz yıldızını okyanusla buluşturmaya devam ediyor.

Yeni dilbilgisi kurallarına göre bazı kelimelerden kaldırılmış olsa da “ hâla ,, gerektiğinde inceltme işaretini kullanıyor.

Sizin ve sizin şahsınızda eğitime gönül veren tüm öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun.

Saygı ve özlemle ellerinizden öperim sevgili öğretmenim.

“ ÖZLEM ÖZAD
1- G 2449
KADIKÖY KIZ LİSESİ
1978 - 1979 Öğretim Yılı ,,


Fotoğraf : http://www.kadikoykizlisesi.org/

19 Kasım 2008 Çarşamba

Yalnız ve Issız Adam

ayla-dikmen-anlamazdinO zaten unutulmaz televizyon dizisi Çemberimde Gül Oya ve unutulmaz filmlerinden Babam ve Oğlum ile yüreğimde çoktan yerini almış bir yönetmendi.

Bunun için O’nun filmlerini ayrıca izlemekten sorumlu tutarım kendimi.

Filmlerinde her zaman kendime dair pek çok şey bulurum.
Bir eski şarkı, film karelerinde kullanılan sıradan gibi gözüken ama benim için ayrıntı olabilen bir eşya, bir güzel söz, yıllar önce okuduğum bir kitap. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Sanırım Çağan Irmak’ın başarısının sırrı bu.
İzleyicinin yüreğine dokunmasını bilmesi.

Uzun uzun filmi ve oyuncularının başarısını anlatmak istemiyorum.

Filmin özellikle son sahnesini de gördükten sonra kendimce kısacık, kıssadan hisselerim oldu benim;

- Aşk, gerçek olduğuna inandıysan yarım bırakılmayacak kadar özel bir duygu.
Hem bir insan hayatta gerçek aşkı kaç kere bulabilir ki?

- Doğru erkek, ya da doğru kadın diye bir şey yok, bunun için “ Sen daha iyilerine layıksın” kandırmacalarına da gerek yok.

- Hayat gözümüzün içine baka baka hızla akıp giderken, bize sunduklarının değerini bilmeliyiz / bilmeliymişiz.

Filmde kullanılan eski şarkıların güzelliğini de unutmamak gerek.

Şarkıların film kareleriyle muhteşem uyumu filmi daha da başarılı yapmış. Bir döneme damgasını vuran şarkılar ve sanatçıların bıraktığı izler Issız Adam’da daha da ortaya çıkıyor.

Sözün özü, Issız Adam son dönemde izlediğim en güzel ve başarılı filmlerden biri. Özellikle final sahnesi, Ada ile Alper arasındaki o sessiz konuşma izleyicinin hafızasından uzun süre silinmeyecek.

Yalnız ve Issız Adam







O zaten unutulmaz televizyon dizisi Çemberimde Gül Oya ve unutulmaz filmlerinden Babam ve Oğlum ile yüreğimde çoktan yerini almış bir yönetmendi.

Bunun için O’nun filmlerini ayrıca izlemekten sorumlu tutarım kendimi.

Filmlerinde her zaman kendime dair pek çok şey bulurum.
Bir eski şarkı, film karelerinde kullanılan sıradan gibi gözüken ama benim için ayrıntı olabilen bir eşya, bir güzel söz, yıllar önce okuduğum bir kitap. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Sanırım Çağan Irmak’ın başarısının sırrı bu.
İzleyicinin yüreğine dokunmasını bilmesi.

Uzun uzun filmi ve oyuncularının başarısını anlatmak istemiyorum.

Filmin özellikle son sahnesini de gördükten sonra kendimce kısacık, kıssadan hisselerim oldu benim;

- Aşk, gerçek olduğuna inandıysan yarım bırakılmayacak kadar özel bir duygu.
Hem bir insan hayatta gerçek aşkı kaç kere bulabilir ki?

- Doğru erkek, ya da doğru kadın diye bir şey yok, bunun için “ Sen daha iyilerine layıksın” kandırmacalarına da gerek yok.

- Hayat gözümüzün içine baka baka hızla akıp giderken, bize sunduklarının değerini bilmeliyiz / bilmeliymişiz.

Filmde kullanılan eski şarkıların güzelliğini de unutmamak gerek.

Şarkıların film kareleriyle muhteşem uyumu filmi daha da başarılı yapmış. Bir döneme damgasını vuran şarkılar ve sanatçıların bıraktığı izler Issız Adam’da daha da ortaya çıkıyor.

Sözün özü, Issız Adam son dönemde izlediğim en güzel ve başarılı filmlerden biri. Özellikle final sahnesi, Ada ile Alper arasındaki o sessiz konuşma izleyicinin hafızasından uzun süre silinmeyecek.

14 Kasım 2008 Cuma

2035

Genç adam baş ucunda kitap okurken uyuya kalan kızının üzerini örttü.
Yanındaki lambayı söndürüp, gece lambasını yaktı.
Kızının yanağına sevgi dolu bir öpücük kondurup, kulağına “Seni seviyorum kızım” diye fısıldadı.

Küçük kız çoktan uykuya dalmıştı.

Evlerinin salonuna geçti, televizyon izleyen eşi - “ Uyudu mu sonunda?” diye sordu.
-“ Evet” diye yanıtladı adam eşini.
-“ Aynı masalı 4 kez okuduktan sonra uyudu kızım” dedi.
-“ Yaa, bıkmıyorlar defalarca aynı masalı dinlemekten değil mi?” diye soran eşine, genç adam - “O da bir şey mi ben anneme 7- 8 kez falan okuturdum aynı masalı, O da sabırla okurdu “ dedi, yüzüne yayılan huzurlu bir tebessümle.

Birer kahve yaptılar kendilerine ve eskilerden konuşmaya başladılar.
-“ Benim annem tuhaf bir kadındı” dedi genç adam.
-“ Nasıl tuhaftı” diye sordu karısı.
-“ Tuhaftı işte. Mesela bana hamileyken 3. aydan itibaren klasik müzik dinlemeye başlamış.
6. ayın sonunda, dinlediğim müziğe tepki verip hareket ettiğimi söylerdi.
Doğum yapıp eve taburcu olduğumuzda da, herkes hayırlı olsun ziyaretleri yaparken o kaşla göz arasında 3 günlük bebeğe yine klasik müzik dinletmiş ve ben ellerimi hareket ettirmişim müziğin sesini duyunca. Bunu gören annem durur mu? Ben her uykuya yatışımda bana klasik müzik dinletmiş taaa ki ben 2 yaşıma basana kadar.”

-“ Ne güzel işte diye yanıtladı” genç kadın eşini. Hassas bir kulağın, güzel bir sesin olmasını annene borçlusun o zaman. Üstelik bırakmasaydın piyano çalmayı belki de şimdi iyi bir piyanist olmuştun”.

- “ Hayvan sevgimi de O’na borçluyum. Balıktan tut da kedi, köpek, ne varsa besledik biz annemle. Üstelik yıllar sonra bana ne itiraf etti biliyor musun?
Meğer annemde tüylü hayvanlara karşı bir korku varmış. Bunu bana hiç belli etmedi. “Sana hayvan sevgisi aşılarken bu korkumu yendim” demişti.

- “ Bizim annemle sinema ve tiyatro günlerimiz olurdu. İlk tiyatroma 2,5 yaşımda götürmüş beni. Bir çocuk oyunuymuş. Büyük insan gibi izlediğimi söylerdi. Sinemaya biraz geç başlattığından yakınırdı. 3,5 yaşımda gitmişim ilk kez sinemaya. Hayal meyal hatırlıyorum, şarkı söylemenin geçerli olduğu buzlar diyarında, sesi çirkin ama dans edebilen bir penguenin hikayesiydi O günden sonra penguen ve penguenli oyuncaklar hiç elimden düşmemişti.
Anneannem, babaannem, hatta babam bile benim sinema ve tiyatro için küçük yaşta olduğumu, hiçbir şey anlamayacağımı söylerlermiş. Eve geldiğimizde ben filmi ya da oyunu başından sonuna kadar anlatınca annem doğru bir şeyler yaptığını anlamış ve hiç vazgeçmemiş beni tiyatro ve sinemaya götürmekten.”

“ Senin sinema, tiyatro ve müzik tutkunu şimdi daha iyi anlıyorum” diye yanıtladı kadın eşini.

- “ Ya yemek fasılları?”diye devam etti adam.

- “Çok yemek seçerdim çok”. Zavallı kadın çareyi yemeklerin sunumunu ve adını değiştirmekte bulmuştu.” Makarna saçlı kız”, “ Köfte Suratlı Çocuk”, “ Kurabiye adam” gibi yemeklerimiz vardı. Değişik gelirdi, hem gözüme hem kulağıma ve o zaman yerdim sesimi çıkartmadan.”

- “ Bir de hep neşeliydi benim annem. Üzülse de belli etmek istemezdi. Günlük hayatı oyuna dönüştürmekte O’nun üzerine insan tanımam.”
Her gece mutlaka iyi geceler öpücüğümüz olurdu ve bana uykuya daldığımda “ Seni seviyorum” oğlum derdi. Hiç bıkmadan.

* * * * *

Özledim O’nu dedi genç adam. Hem O’nu hem çocukluğumu.
Bir telefon açsam da sesini duysam diyerek saatine baktı Saat :00.00’dı.
Çoktan uyumuştur şimdi.

Türkiye bizden 2 saat ileri, sabah ararım diye düşündü.
. . .

O sırada, kilometrelerce ötede, gözleri uyku tutmayan yaşlı bir kadının burnuna, nereden geldiyse yeni doğmuş bebek kokusu geldi.

Yatağından yavaşça doğruldu, salona geçti.

Işığı yaktı .

Albümlerin olduğu çekmeceyi açtı.

Hem oğlunun, hem de bebekken gördüğü ama bir süredir görmediği torununun resimlerine, gözlerinde yağmaya hazır bir bulut ve özlemle bakmaya başladı.

* * * * *

YIL : 2035

GENÇ ADAM:. O yıllarda 30’lu yaşlarını sürmekte olan oğlum

GENÇ KADIN: Şu anda tanımamız imkansız, şimdi belki aynı yaştalar, belki doğmadı , belki bebek bilemeyiz.

KÜÇÜK KIZ : Gelecekte olmasını arzu ettiğim kız torunum.

YAŞLI KADIN: Oğlunun doğumundan itibaren O’na mutlu bir çocukluk yaşatma gayreti içinde olan, ne kadar başarabildiğini henüz bilmeyen ancak çabalarından asla vaz geçmeyecek olan, ben.

2035







Genç adam baş ucunda kitap okurken uyuya kalan kızının üzerini örttü.
Yanındaki lambayı söndürüp, gece lambasını yaktı.
Kızının yanağına sevgi dolu bir öpücük kondurup, kulağına “Seni seviyorum kızım” diye fısıldadı.

Küçük kız çoktan uykuya dalmıştı.

Evlerinin salonuna geçti, televizyon izleyen eşi - “ Uyudu mu sonunda?” diye sordu.
-“ Evet” diye yanıtladı adam eşini.
-“ Aynı masalı 4 kez okuduktan sonra uyudu kızım” dedi.
-“ Yaa, bıkmıyorlar defalarca aynı masalı dinlemekten değil mi?” diye soran eşine, genç adam - “O da bir şey mi ben anneme 7- 8 kez falan okuturdum aynı masalı, O da sabırla okurdu “ dedi, yüzüne yayılan huzurlu bir tebessümle.

Birer kahve yaptılar kendilerine ve eskilerden konuşmaya başladılar.
-“ Benim annem tuhaf bir kadındı” dedi genç adam.
-“ Nasıl tuhaftı” diye sordu karısı.
-“ Tuhaftı işte. Mesela bana hamileyken 3. aydan itibaren klasik müzik dinlemeye başlamış.
6. ayın sonunda, dinlediğim müziğe tepki verip hareket ettiğimi söylerdi.
Doğum yapıp eve taburcu olduğumuzda da, herkes hayırlı olsun ziyaretleri yaparken o kaşla göz arasında 3 günlük bebeğe yine klasik müzik dinletmiş ve ben ellerimi hareket ettirmişim müziğin sesini duyunca. Bunu gören annem durur mu? Ben her uykuya yatışımda bana klasik müzik dinletmiş taaa ki ben 2 yaşıma basana kadar.”

-“ Ne güzel işte diye yanıtladı” genç kadın eşini. Hassas bir kulağın, güzel bir sesin olmasını annene borçlusun o zaman. Üstelik bırakmasaydın piyano çalmayı belki de şimdi iyi bir piyanist olmuştun”.

- “ Hayvan sevgimi de O’na borçluyum. Balıktan tut da kedi, köpek, ne varsa besledik biz annemle. Üstelik yıllar sonra bana ne itiraf etti biliyor musun?
Meğer annemde tüylü hayvanlara karşı bir korku varmış. Bunu bana hiç belli etmedi. “Sana hayvan sevgisi aşılarken bu korkumu yendim” demişti.

- “ Bizim annemle sinema ve tiyatro günlerimiz olurdu. İlk tiyatroma 2,5 yaşımda götürmüş beni. Bir çocuk oyunuymuş. Büyük insan gibi izlediğimi söylerdi. Sinemaya biraz geç başlattığından yakınırdı. 3,5 yaşımda gitmişim ilk kez sinemaya. Hayal meyal hatırlıyorum, şarkı söylemenin geçerli olduğu buzlar diyarında, sesi çirkin ama dans edebilen bir penguenin hikayesiydi O günden sonra penguen ve penguenli oyuncaklar hiç elimden düşmemişti.
Anneannem, babaannem, hatta babam bile benim sinema ve tiyatro için küçük yaşta olduğumu, hiçbir şey anlamayacağımı söylerlermiş. Eve geldiğimizde ben filmi ya da oyunu başından sonuna kadar anlatınca annem doğru bir şeyler yaptığını anlamış ve hiç vazgeçmemiş beni tiyatro ve sinemaya götürmekten.”

“ Senin sinema, tiyatro ve müzik tutkunu şimdi daha iyi anlıyorum” diye yanıtladı kadın eşini.

- “ Ya yemek fasılları?”diye devam etti adam.

- “Çok yemek seçerdim çok”. Zavallı kadın çareyi yemeklerin sunumunu ve adını değiştirmekte bulmuştu.” Makarna saçlı kız”, “ Köfte Suratlı Çocuk”, “ Kurabiye adam” gibi yemeklerimiz vardı. Değişik gelirdi, hem gözüme hem kulağıma ve o zaman yerdim sesimi çıkartmadan.”

- “ Bir de hep neşeliydi benim annem. Üzülse de belli etmek istemezdi. Günlük hayatı oyuna dönüştürmekte O’nun üzerine insan tanımam.”
Her gece mutlaka iyi geceler öpücüğümüz olurdu ve bana uykuya daldığımda “ Seni seviyorum” oğlum derdi. Hiç bıkmadan.

* * * * *

Özledim O’nu dedi genç adam. Hem O’nu hem çocukluğumu.
Bir telefon açsam da sesini duysam diyerek saatine baktı Saat :00.00’dı.
Çoktan uyumuştur şimdi.

Türkiye bizden 2 saat ileri, sabah ararım diye düşündü.


. . .

O sırada, kilometrelerce ötede, gözleri uyku tutmayan yaşlı bir kadının burnuna, nereden geldiyse yeni doğmuş bebek kokusu geldi.

Yatağından yavaşça doğruldu, salona geçti.

Işığı yaktı .

Albümlerin olduğu çekmeceyi açtı.

Hem oğlunun, hem de bebekken gördüğü ama bir süredir görmediği torununun resimlerine, gözlerinde yağmaya hazır bir bulut ve özlemle bakmaya başladı.

* * * * *

YIL : 2035

GENÇ ADAM:. O yıllarda 30’lu yaşlarını sürmekte olan oğlum

GENÇ KADIN: Şu anda tanımamız imkansız, şimdi belki aynı yaştalar, belki doğmadı , belki bebek bilemeyiz.

KÜÇÜK KIZ : Gelecekte olmasını arzu ettiğim kız torunum.

YAŞLI KADIN: Oğlunun doğumundan itibaren O’na mutlu bir çocukluk yaşatma gayreti içinde olan, ne kadar başarabildiğini henüz bilmeyen ancak çabalarından asla vaz geçmeyecek olan, ben.

2 Kasım 2008 Pazar

Ege'de Sonbaharın Sonunda

Tatile gitme fikrinin akla gelmeyeceği bir döneme girmiştik.

Yaz bitmiş, tatilciler işlerinin başlarına, yazlıkçılar çoktan evlerine dönmüş, okullar açılmıştı.

Sonbahar yerini nazlanarak kışa devretmeye hazırlanıyordu

Arkadaşlarım “ Hadi ama sen de bizle geliyorsun, sen gelmezsen olmaz” demeselerdi zaten çok yoğun olduğumdan belki daha uzun bir süre yerimden kımıldamayacaktım.

Böylelikle güneşin doğduğu ve battığı süre içinde, zamanla köşe kapmaca oynarken ve ısrarla zamanla birbirimizi yakalayamazken, birkaç günlüğüne oyundan vaz geçerek mola verdim kendime.

İşlerimi masamda, notlarımı bilgisayarımda, okullar açıldığından devamsızlık yapmasını istemediğim oğlumu babaannesinde dolayısı ile aklımı da Antalya’da bırakmış halde düştüm yollara.

İstikamet, Ege’nin en batısı Bodrum Turgutreis’di.

İtiraf etmem gerekirse yıllar sonra Ege’de olma fikri çok cazip geldi bana.

İlk gün konaklayacağımız otele eşyaları bırakır bırakmaz, soluğu Bodrum’da aldık.

Bodrum yaz ayları kadar hareketli olmasa da yine de hatırı sayılır bir kalabalık içindeydi.
Yazın insanlar Bodrum sokaklarına nasıl sığıyorlar diye düşünmeden alıkoyamadım kendimi.
Bir de insan elinin Bodrum'a çok fazlasıyla dokunduğunu düşündüm. Yıllar önce bile çok fazla beton bulduğum Bodrum ben görmeyeli tamamen beton yığınlarına teslim olmuş.

Bodrum sokaklarında yürürken, kulağımıza gelen gitar sesini takip ettik.

Sokakta eski bir Türk sanat müziği şarkısını mükemmel bir yorumla söyleyen adama biz de eşlik ettik.
Şarkıyı söyleyen adamın gözlerindeki hüzünle, şarkının ezgisi birbirine karışmış gibiydi:

“ Saymadım kaç yıl oldu, sen ellerin olalı,
Bilmem yüzün güldü mü, ayrıldık ayrılalı,
Beni sorarsan eğer, kalbim hâla yaralı…”

Ertesi gün yolumuz Turgutreis civarındaki diğer kasabalara; Yalıkavak, Gümüşlük, Göltürkbükü’ne düştü.

Yalıkavak yolunda, gezi arkadaşlarımdan biri sekiz yıldır Antalya’da yaşayan Yalıkavak’lı arkadaşını aradı, “ Memleketine geliyorum ne getireyim sana, ne istersin?” diye sordu.
Arkadaşı, “ sadece Yalıkavak’ın girişinde tepeden o muhteşem görüntüyü benim için de izle “ diye yanıtladı onu.
Gerçekten Yalıkavak girişindeki manzara karşısında nutkumuz tutuldu.

Minibüs’teki onyedi kişi bir an cennete geldiğimizi düşündük ve aslında o muhteşem manzarayı on sekiz kişi izledik, kimse fark etmedi.

Sayılı gün çabuk geçermiş, bizim günlerimiz de geçti, tatil bitti.

Sağanak yağışlı dönüş yolculuğunda, mola verdiğimiz yerlerde üzerine yağmur düşmüş toprak kokusunu ciğerlerimize çeke çeke, bütün yaz boyunca aşırı sıcaktan nasibimizi fazlasıyla almamızdan olsa gerek, soğuktan şikayet etmeden gezimizi bitirdik.

Döndükten sonra Antalya’da bıraktığım aklıma kavuşmuştum ama bu sefer de
kalbimi, sonbaharın son anlarını yaşayan Ege’de; özellikle de Yalıkavak’ta unutmuşum, Antalya’ya dönünce fark ettim…

Ege'de Sonbaharın Sonunda




















































Tatile gitme fikrinin akla gelmeyeceği bir döneme girmiştik.

Yaz bitmiş, tatilciler işlerinin başlarına, yazlıkçılar çoktan evlerine dönmüş, okullar açılmıştı.

Sonbahar yerini nazlanarak kışa devretmeye hazırlanıyordu

Arkadaşlarım “ Hadi ama sen de bizle geliyorsun, sen gelmezsen olmaz” demeselerdi zaten çok yoğun olduğumdan belki daha uzun bir süre yerimden kımıldamayacaktım.

Böylelikle güneşin doğduğu ve battığı süre içinde, zamanla köşe kapmaca oynarken ve ısrarla zamanla birbirimizi yakalayamazken, birkaç günlüğüne oyundan vaz geçerek mola verdim kendime.

İşlerimi masamda, notlarımı bilgisayarımda, okullar açıldığından devamsızlık yapmasını istemediğim oğlumu babaannesinde dolayısı ile aklımı da Antalya’da bırakmış halde düştüm yollara.

İstikamet, Ege’nin en batısı Bodrum Turgutreis’di.

İtiraf etmem gerekirse yıllar sonra Ege’de olma fikri çok cazip geldi bana.

İlk gün konaklayacağımız otele eşyaları bırakır bırakmaz, soluğu Bodrum’da aldık.

Bodrum yaz ayları kadar hareketli olmasa da yine de hatırı sayılır bir kalabalık içindeydi.

Yazın insnlar Bodrum sokaklarına nasıl sığıyorlar diye düşünmeden alıkoyamadım kendimi.
Bir de insan elinin Bodrum'a çok fazlasıyla dokunduğunu düşündüm. Yıllar önce bile çok fazla beton bulduğum Bodrum ben görmeyeli tamamen beton yığınlarına teslim olmuş.

Bodrum sokaklarında yürürken, kulağımıza gelen gitar sesini takip ettik.
Sokakta eski bir Türk sanat müziği şarkısını mükemmel bir yorumla söyleyen adama biz de eşlik ettik.

Şarkıyı söyleyen adamın gözlerindeki hüzünle, şarkının ezgisi birbirine karışmış gibiydi:
“ Saymadım kaç yıl oldu, sen ellerin olalı,
Bilmem yüzün güldü mü, ayrıldık ayrılalı,
Beni sorarsan eğer, kalbim hâla yaralı…”

Ertesi gün yolumuz Turgutreis civarındaki diğer kasabalara; Yalıkavak, Gümüşlük, Göltürkbükü’ne düştü.
Yalıkavak yolunda, gezi arkadaşlarımdan biri sekiz yıldır Antalya’da yaşayan Yalıkavak’lı arkadaşını aradı, “ Memleketine geliyorum ne getireyim sana, ne istersin?” diye sordu.
Arkadaşı, “ sadece Yalıkavak’ın girişinde tepeden o muhteşem görüntüyü benim için de izle “ diye yanıtladı onu.
Gerçekten Yalıkavak girişindeki manzara karşısında nutkumuz tutuldu.
Minibüs’teki onyedi kişi bir an cennete geldiğimizi düşündük ve aslında o muhteşem manzarayı on sekiz kişi izledik, kimse fark etmedi.

Sayılı gün çabuk geçermiş, bizim günlerimiz de geçti, tatil bitti.

Sağanak yağışlı dönüş yolculuğunda, mola verdiğimiz yerlerde üzerine yağmur düşmüş toprak kokusunu ciğerlerimize çeke çeke, bütün yaz boyunca aşırı sıcaktan nasibimizi fazlasıyla almamızdan olsa gerek, soğuktan şikayet etmeden gezimizi bitirdik.

Döndükten sonra Antalya’da bıraktığım aklıma kavuşmuştum ama bu sefer de
kalbimi, sonbaharın son anlarını yaşayan Ege’de; özellikle de Yalıkavak’ta unutmuşum, Antalya’ya dönünce fark ettim…