25 Ağustos 2008 Pazartesi

Boleyn Kızı ve Kraliçe'nin Soytarısı

Mary Boleyn kraliyet sarayına geldiğinde 14 yaşındadır.
Bir anda Kral VIII. Henry’nin gözüne girmeyi başarır. Çok da büyük bir ilgi görür kraldan.

Bir yandan krala aşık olurken, diğer yandan kraliçe olmaya hazırlar kendini yavaş yavaş. Bu role iyiden iyiye kaptırır kendini.
Ancak an gelir, kralın kendisine olan ilgisi azalmaya başlar. Bu noktada yeni bir rakibi vardır artık. Çok yakından tanıdığı bu rakip, kız kardeşi Anne Boleyn’ den başkası değildir.

 

İçinde bulunduğu durumun karmaşık bir hal aldığını fark ettiğinde, genç kız kendi kaderini kendi yönlendirmeye başlayacaktır.

 

Boleyn Kızı Tarihi roman tutkunları için şahane bir roman olmuş.

 

Filmi de çekilen Boleyn Kızı 23 Mayıs 2008’de gösterime girmişti.

 

Ben filmini izlemedim, kitabın okuduğum için hayal kırıklığına uğramak istemedim çünkü.

 

Merak ediyorum benim gibi düşünen kaç kişi var?

 

* * * * * *
Veee işte aynı yazardan bir tarihi kitap daha ;

KRALİÇE’NİN SOYTARISI

 

Beş yüz yıl önce, İngiltere “Ortaçağ Karanlığı” nı henüz üzerinden atamamışken, kâfirlikle suçlanan insanlar acımasızca Engizisyon Mahkemeleri ile idam edilirken ve insanlık, güneşin dünyanın etrafında döndüğüne kendini inandırmışken, yaşadığı yüzyıldan iki yüzyıl sonrasına ait düşüncelere sahip olup; dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilen bir İspanyol Yahudisi kızın – Hannah- yolu günün birinde saraya düşer.

Herkesten farklı bir özelliği vardır genç kızın. “Geleceği görme yeteneği”.
Bu yetenek fark edildiği an İngiltere Kraliçesi Mary’ye “soytarılık” yapmak için saraya alınır.

 

Kadınsı duygularla dolup taşan ancak bir erkek görünümünde - oğlan kız -olan Hannah kısa süre içinde kendini Kraliçe Mary ve Prenses Elizabeth arasında ajanlık yaparken bulur.

Hayat bu şekilde akıp giderken; Hannah kimseye belli etmediği duygularla mücadele etmektedir.

Saraya girmesini sağlayan platonik aşkı Robert Dudley’e olan duyguları ve kendisi ile evlenmek isteyen Daniel arasında gelgitler yaşarken saray soytarılığına da devam eder.

Yaptığı, soytarılıktan çok bilgelik, yol göstermek ve biraz da ajanlıktır aslında. Bu karmaşa arasında kendi hayatını sorgulamaya başlar ve saraydan kurtulmanın yollarını arar.

Günün birinde bir yolunu bularak saraydan ayrılır. Bundan sonra sonra ise Hannah’ın asıl hikayesi başlayacaktır.

“Kraliçe’nin Soytarısı” hepimizin tanıdığı “Boleyn Kızı” yazarı Philippa Gregory’nin son romanı. Boleyn Kızı’nın devamı niteliğindeki romanda okur bu kez farklı kişiler arasındaki saray entrikalarına tanıklık ederken, yüzyıllar öncesine zamanda yolculuk yapıyor.

Aşk, tutku ve ihanetin iç içe geçtiği, okura kendini bir solukta okutan Kraliçe’nin Soytarısı’nı özellikle “Boleyn Kızı” tutkunları çok sevecek.

Boleyn Kızı ve Kraliçe'nin Soytarısı




BOLEYN KIZI ve KRALİÇE’NİN SOYTARISI


Mary Boleyn kraliyet sarayına geldiğinde 14 yaşındadır.
Bir anda Kral VIII. Henry’nin gözüne girmeyi başarır. Çok da büyük bir ilgi görür kraldan.

Bir yandan krala aşık olurken, diğer yandan kraliçe olmaya hazırlar kendini yavaş yavaş. Bu role iyiden iyiye kaptırır kendini.
Ancak an gelir, kralın kendisine olan ilgisi azalmaya başlar. Bu noktada yeni bir rakibi vardır artık. Çok yakından tanıdığı bu rakip, kız kardeşi Anne Boleyn’ den başkası değildir.

İçinde bulunduğu durumun karmaşık bir hal aldığını fark ettiğinde, genç kız kendi kaderini kendi yönlendirmeye başlayacaktır.

Boleyn Kızı Tarihi roman tutkunları için şahane bir roman olmuş.

Filmi de çekilen Boleyn Kızı 23 Mayıs 2008’de gösterime girmişti.

Ben filmini izlemedim, kitabın okuduğum için hayal kırıklığına uğramak istemedim çünkü.

Merak ediyorum benim gibi düşünen kaç kişi var?

* * * * * *
Veee işte aynı yazardan bir tarihi kitap daha ;

KRALİÇE’NİN SOYTARISI

Beş yüz yıl önce, İngiltere “Ortaçağ Karanlığı” nı henüz üzerinden atamamışken, kâfirlikle suçlanan insanlar acımasızca Engizisyon Mahkemeleri ile idam edilirken ve insanlık, güneşin dünyanın etrafında döndüğüne kendini inandırmışken, yaşadığı yüzyıldan iki yüzyıl sonrasına ait düşüncelere sahip olup; dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilen bir İspanyol Yahudisi kızın – Hannah- yolu günün birinde saraya düşer.

Herkesten farklı bir özelliği vardır genç kızın. “Geleceği görme yeteneği”.
Bu yetenek fark edildiği an İngiltere Kraliçesi Mary’ye “soytarılık” yapmak için saraya alınır.

Kadınsı duygularla dolup taşan ancak bir erkek görünümünde - oğlan kız -olan Hannah kısa süre içinde kendini Kraliçe Mary ve Prenses Elizabeth arasında ajanlık yaparken bulur.

Hayat bu şekilde akıp giderken; Hannah kimseye belli etmediği duygularla mücadele etmektedir.

Saraya girmesini sağlayan platonik aşkı Robert Dudley’e olan duyguları ve kendisi ile evlenmek isteyen Daniel arasında gelgitler yaşarken saray soytarılığına da devam eder.

Yaptığı, soytarılıktan çok bilgelik, yol göstermek ve biraz da ajanlıktır aslında. Bu karmaşa arasında kendi hayatını sorgulamaya başlar ve saraydan kurtulmanın yollarını arar.

Günün birinde bir yolunu bularak saraydan ayrılır. Bundan sonra sonra ise Hannah’ın asıl hikayesi başlayacaktır.

“Kraliçe’nin Soytarısı” hepimizin tanıdığı “Boleyn Kızı” yazarı Philippa Gregory’nin son romanı. Boleyn Kızı’nın devamı niteliğindeki romanda okur bu kez farklı kişiler arasındaki saray entrikalarına tanıklık ederken, yüzyıllar öncesine zamanda yolculuk yapıyor.

Aşk, tutku ve ihanetin iç içe geçtiği, okura kendini bir solukta okutan Kraliçe’nin Soytarısı’nı özellikle “Boleyn Kızı” tutkunları çok sevecek.

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Son Sardunyalar

**“Ah o yazlık sinemalar,
Kapı önü akşamları
Saksıda son sardunyalar
Avluda el yazmaları

Ah ne kahraman, ne cesur,
Ne güzel çocuklardık
Her yeni günü ümitle
Nasıl da kucaklardık.
……

Ah kaldırımlar inliyor,
Bir devir muhteşemdik.
Güz güneşinden hüzünlü,
İlk yazdan şendik.”

Sabah saat 10:00’da kapı çalardı. Mahalleden arkadaşlarım : “Gelmiyor musun biz sokağa indik “ diye beni de çağırırlardı.

Anneme bakardım: “ Git hadi, öğle yemeğine gel ama “derdi. Kapıdan çıkarken benden dört yaş küçük kardeşim “ Ben de gelicaaaam “ diye peşime takılırdı.

Sabahları bebeklerimizi alırdık. Sabahki oyunumuz “evcilik”ti çünkü.

Benim kara saçlı bir bebeğim vardı.Gözüm arkadaşımın sarı saçlı bebeğinde, onun gözü benim kara saçlı bebeğimde. . .

Öğlen olur, yemek vakti çoktan geçer biz “evcilik” oynardık…

. . .

Akşamüzerleri ayrı bir alemdi.

Mahallenin kızları ve oğlanları “yakan top” oynardık. Kızlar, erkeklere karşı.
Kızlar erkeklere savaş açardı oyunun sonunda. Onlar da ne acımasızdılar ama….

Sonra dağılırdık erkekler futbol oynardı. Biz “seksek”.

Nereden çıktı, kimin icadı hala bilmem” lastik” oynardık...
Zıp zıp zıplardık . Kendimize özel lastiklerimiz vardı. Annelerimizden lastik ister dururduk.
Bildiğimiz ‘ don lastiği’ bile önemliydi bizim için o günlerde.

. . . . .

Kış gelince sokak faslı biter mi ?

Kar yağsın diye gökyüzünün gözünün içine bakardık. Biraz kar tutsa yerleri, arabaları, gece yarısı bile sokakta olurduk kartopu oynamak için. O ayazda sokak, sokak dolaşan bozacıdan boza alır içerdik. Kardeşim daha küçük o zamanlar, bozacının sesinden korkar, kaçacak yer arardı.

…..

İzmit’le Gölcük arası şirin bir köyde yaşardı anneannem ve dedem.

Dedemin sağlık sorunları nedeniyle, emeklilik dönemlerinde yaşamayı seçtikleri bu güzel köyde de bambaşka çocukluk anılarım yüklüdür benim.

Elmayı, kirazı dalından koparır yerdik. Hormonlu sebze ve meyvelerle tanışmamıştık henüz.
Bahçesinden maydanoz, taze soğan, taze nane toplardım anneanneme. Ne zaman taze nane kokusu duysam aramızdan ayrılalı 20 koca yıl geçen, sevgisine doyamadığım anneannemi hatırlamam bundandır.

Körfez de bu kadar kirli değildi o zamanlar. Oradaki arkadaşlarımla sandal sefalarımızı unutmam mümkün mü?

Akşam üzerleri yaptığımız voleybol maçları...

Beyaz saçlı tombik dedem maç hakemliği yapardı da taraf da tutmazdı hiç. Sezar’ın hakkı, Sezar’ a derdi.

Ya o yazlık sinemalar?

Kıyısından köşesinden ben de yakalamıştım o yazlık sinemaları.

Ne özenir bezenirdik o sinemalara gitmek için.

Sandalyelerde rahat edemezdim bazen çocuk aklımla… Şimdi “olsa da rahat edemesem” diyorum.

Çekirdek çitlemeden de film izlemezdik, illa olacaktı elimizde külah, külah ay çekirdekleri. Havası bir başkaydı yazlık sinemaların.

Bazen aklıma düşer o günler. Unutamadığım, çocukluğum.

Biz aslında, Sezen Aksu’nun o unutulmaz şarkısındaki - Son Sardunyalar- dık ve –büyüdük- .

Hayatın sokaklarında koşmaya başlayınca anlıyor insan, cebinde sakladığı güzel çocukluk anılarının insanı hayata karşı dik tuttuğunu.

 
** Son Sardunyalar
Söz : Sezen Aksu- Yelda Karataş
Beste : Ara Dinjian

Son Sardunyalar






**“Ah o yazlık sinemalar,
Kapı önü akşamları
Saksıda son sardunyalar
Avluda el yazmaları

Ah ne kahraman, ne cesur,
Ne güzel çocuklardık
Her yeni günü ümitle
Nasıl da kucaklardık.
……

Ah kaldırımlar inliyor,
Bir devir muhteşemdik.
Güz güneşinden hüzünlü,
İlk yazdan şendik.”

Sabah saat 10:00’da kapı çalardı. Mahalleden arkadaşlarım : “Gelmiyor musun biz sokağa indik “ diye beni de çağırırlardı.

Anneme bakardım: “ Git hadi, öğle yemeğine gel ama “derdi. Kapıdan çıkarken benden dört yaş küçük kardeşim “ Ben de gelicaaaam “ diye peşime takılırdı.

Sabahları bebeklerimizi alırdık. Sabahki oyunumuz “evcilik”ti çünkü.

Benim kara saçlı bir bebeğim vardı.Gözüm arkadaşımın sarı saçlı bebeğinde, onun gözü benim kara saçlı bebeğimde. . .

Öğlen olur, yemek vakti çoktan geçer biz “evcilik” oynardık…

. . .

Akşamüzerleri ayrı bir alemdi.

Mahallenin kızları ve oğlanları “yakan top” oynardık. Kızlar, erkeklere karşı.
Kızlar erkeklere savaş açardı oyunun sonunda. Onlar da ne acımasızdılar ama….

Sonra dağılırdık erkekler futbol oynardı. Biz “seksek”.

Nereden çıktı, kimin icadı hala bilmem” lastik” oynardık...
Zıp zıp zıplardık . Kendimize özel lastiklerimiz vardı. Annelerimizden lastik ister dururduk.
Bildiğimiz ‘ don lastiği’ bile önemliydi bizim için o günlerde.

. . . . .

Kış gelince sokak faslı biter mi ?

Kar yağsın diye gökyüzünün gözünün içine bakardık. Biraz kar tutsa yerleri, arabaları, gece yarısı bile sokakta olurduk kartopu oynamak için. O ayazda sokak, sokak dolaşan bozacıdan boza alır içerdik. Kardeşim daha küçük o zamanlar, bozacının sesinden korkar, kaçacak yer arardı.

…..

İzmit’le Gölcük arası şirin bir köyde yaşardı anneannem ve dedem.

Dedemin sağlık sorunları nedeniyle, emeklilik dönemlerinde yaşamayı seçtikleri bu güzel köyde de bambaşka çocukluk anılarım yüklüdür benim.

Elmayı, kirazı dalından koparır yerdik. Hormonlu sebze ve meyvelerle tanışmamıştık henüz.
Bahçesinden maydanoz, taze soğan, taze nane toplardım anneanneme. Ne zaman taze nane kokusu duysam aramızdan ayrılalı 20 koca yıl geçen, sevgisine doyamadığım anneannemi hatırlamam bundandır.

Körfez de bu kadar kirli değildi o zamanlar. Oradaki arkadaşlarımla sandal sefalarımızı unutmam mümkün mü?

Akşam üzerleri yaptığımız voleybol maçları...

Beyaz saçlı tombik dedem maç hakemliği yapardı da taraf da tutmazdı hiç. Sezar’ın hakkı, Sezar’ a derdi.

Ya o yazlık sinemalar?

Kıyısından köşesinden ben de yakalamıştım o yazlık sinemaları.

Ne özenir bezenirdik o sinemalara gitmek için.

Sandalyelerde rahat edemezdim bazen çocuk aklımla… Şimdi “olsa da rahat edemesem” diyorum.

Çekirdek çitlemeden de film izlemezdik, illa olacaktı elimizde külah, külah ay çekirdekleri. Havası bir başkaydı yazlık sinemaların.

Bazen aklıma düşer o günler. Unutamadığım, çocukluğum.

Biz aslında, Sezen Aksu’nun o unutulmaz şarkısındaki - Son Sardunyalar- dık ve –büyüdük- .

Hayatın sokaklarında koşmaya başlayınca anlıyor insan, cebinde sakladığı güzel çocukluk anılarının insanı hayata karşı dik tuttuğunu.




** Son Sardunyalar
Söz : Sezen Aksu- Yelda Karataş
Beste : Ara Dinjian

17 Ağustos 2008 Pazar

Sarsılan Hayatlar

“ 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi İle
Aramızdan Ayrılanların Anısına Saygıyla ,,
Hepimizin bir hikayesi var aslında yaşadıklarımıza dair.

En değerli hazinelerimizdir hayat hikayelerimiz ve anılarımız, “ telif hakkı ” bize ait olduğu için.

Hayatın içinde kimi anılarımızı geriye dönüp baktığımızda özlemle hatırlarız.
Bir daha o günlere dönemeyeceğimizi bilsek de hoş bir tebessüm yayılır yüzümüze.

Hayatın bize sundukları kimi zaman o kadar da güzel olmayabilir.
Hayatımızın bir dönemi bir anda avuçlarımızdan kayıp gitmiştir göz açıp kapatıncaya kadar, üstelik bağıra çağıra ama sesimizi duyuramadan kimselere.

Yaşadıklarımızı silip atmak isteriz belleklerimizden.

Ne kadar uğraşsak da başaramayız.

Zamanla geçici belleğimiz siler de, ana bellek acımasızca saklar anılarımızı.

Çoğu kere yaşadıklarımız için kazanımlarımız deriz ya, bu gibi anlarda kaybettiklerimiz oluverir yaşadıklarımız.
Yoksa önemli olan, bu kaybedişlerden bile bir kazanç çıkarabilmek midir?

Anlatacaklarım kurgu değil gerçeğin ta kendisi. Bir dönem hepimizi acılara boğan hüzün denizinden damlayan bir damla sadece…

. . .

Askerliğini Güney Doğu’da tam da terörün kana doymadığı dönemlerde bir dağ başında yapmaktaydı, ailesine “ Bir karakoldayım, şehir merkezindeyim, her şey çok yolunda gidiyor, merak etmeyin “ diyerek.

Oysa dağın başında, terörün komşuluğunu yapıyordu aylardır.

Bir gün, açlıktan, yiyecek bir şey bulamadıklarından arkadaşlarıyla yedikleri yılanı ise anıları arasına almış, “Sağ kalır da dönersem evime, herkese anlatacağım” diyordu.

Aylar, ayları kovaladı, şafak geçmek bilmedi, terör tüm arsızlığıyla hüküm sürüyordu etraflarında . . .

Derken, gün geldi, -kendi de şaştı bu duruma- ama nasıl olduysa bitiverdi askerliği.

Teskeresini alıp kendi gibi terhis olan arkadaşlarıyla önce Ankara’ya sonra da memleketlerine doğru yola çıktılar.
Ankara’da otobüsten indiklerinde, arkadaşlarıyla birlikte ağlayarak toprağı öpmelerini de yaşayacaklarından habersiz anılarının içine kattı.
“Zoru başardım diyordu içinden, her şeyin üstesinden gelebilirim artık”.

O askerliğini bitirdi de dönüyor diye evdekilerin hali ise ayrı bir alemdi.

Annesi, babası, kardeşi, anneanne, dede, teyzeler, enişteler, kuzenler, arkadaşlar, hatta komşular O’nun dönüşü için tatlı bir telaş içindeydiler.

Evine döndüğünde hissettikleri tanımlanamazdı.

O gece aile fertleri yemekte bir araya geldiler.
Herkesin gözlerinde mutluluk vardı, O’nun mutluluğu mu? Anlatılmazdı.
Yemekler yenildi sohbete devam edildi.
Gece yarısı herkes evine dağıldı.

Biraz daha oturdu ailesiyle 02.00 gibi yattı.

Sevinçten uyku girmiyordu gözüne, tekrar kalktı, salona geçti, gözlerini kapadı, uyumaya çalıştı, o arada uyudu mu?

Hatırlamıyordu

Yarım saat sonra garip bir uğultu duydu.

Yerin altından gelen uğultu, beraberinde sarsıntıyı da getirmişti.

Neler olduğunu anlayamadı, “ Askerliğim bitmedi galiba, yine patlama oldu bir yerlerde” diye düşündü.

Ne yapacağını bilemedi, nasıl olduysa pencerenin önünde buldu kendini, pencerenin camı kırılmıştı, birkaç saniye içinde karşılarındaki apartmanın yerle bir olduğunu gördü.

Gözlerine inanamıyordu. Bu nasıl bir felaketti böyle?

Sonrasında, ailesiyle birlikte ne ara evden çıkmayı başardıklarını hiç hatırlamadı.
Sadece hatırladığı apartmanlarının merdivenlerinden inerken, arkalarından merdivenlerin bile yıkıldığı idi.

. . .

Deprem olmuştu, hem de çok şiddetli.
Anne babası ve kardeşi ile kurtulmuşlardı.
Peki ya diğer yakınları?
Uzun süredir görmediği arkadaşları, mahalledeki komşuları?

Bilmiyordu…

Şaşkındı, şoktaydı yürümeye başladı, sahile indi.
Deniz kıyısında oturdukları beldeyle özdeşleşmiş gazinoların ve denize sıfır olan o güzel otelin yerinde olmadığını gördü.

Bağırmak, çığlık atmak istedi yapamadı. Sesi çıkmıyordu

Her yer, yıkılan evler, insan çığlıklarıyla doluydu.

Çaresiz yürümeye başladı sokaklarda, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu.
Askerliği sırasında göz pınarlarında biriktirdikleriyle, şimdi yaşamakta olduğu acının gözyaşları birbirine karışmıştı.

Gücünü yitirmemeye çalıştı.

O gece, aile yemeğinde beraber olduğu akrabalarını da , çocukluk arkadaşlarını da, komşularını da enkazın altından çıkartırken, gücünü hiç yitirmedi.

Yıllar sonra, ana belleği O’na o günleri hatırlattığında, bu gücü nereden bulduğunu da hiç bilemedi.

Hayat her zaman güzel şeyler sunmayabiliyordu işte insana.

O andan itibaren gidenlerin ardından çaresizce bakan, geride kalanlardan biri oldu.

Tutunmalıydı bir yerlerden hayata, tutundu da.

Hayat acımasızdı ve fırtınaya kapılmış bir yaprak gibi savursa da insanları, her şeye rağmen devam ediyordu.

Sarsılan Hayatlar


“ 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi İle
Aramızdan Ayrılanların Anısına Saygıyla ,,

Hepimizin bir hikayesi var aslında yaşadıklarımıza dair.

En değerli hazinelerimizdir hayat hikayelerimiz ve anılarımız, “ telif hakkı ” bize ait olduğu için.

Hayatın içinde kimi anılarımızı geriye dönüp baktığımızda özlemle hatırlarız.
Bir daha o günlere dönemeyeceğimizi bilsek de hoş bir tebessüm yayılır yüzümüze.

Hayatın bize sundukları kimi zaman o kadar da güzel olmayabilir.
Hayatımızın bir dönemi bir anda avuçlarımızdan kayıp gitmiştir göz açıp kapatıncaya kadar, üstelik bağıra çağıra ama sesimizi duyuramadan kimselere.

Yaşadıklarımızı silip atmak isteriz belleklerimizden.

Ne kadar uğraşsak da başaramayız.

Zamanla geçici belleğimiz siler de, ana bellek acımasızca saklar anılarımızı.

Çoğu kere yaşadıklarımız için kazanımlarımız deriz ya, bu gibi anlarda kaybettiklerimiz oluverir yaşadıklarımız.
Yoksa önemli olan, bu kaybedişlerden bile bir kazanç çıkarabilmek midir?

Anlatacaklarım kurgu değil gerçeğin ta kendisi. Bir dönem hepimizi acılara boğan hüzün denizinden damlayan bir damla sadece…

. . .

Askerliğini Güney Doğu’da tam da terörün kana doymadığı dönemlerde bir dağ başında yapmaktaydı, ailesine “ Bir karakoldayım, şehir merkezindeyim, her şey çok yolunda gidiyor, merak etmeyin “ diyerek.

Oysa dağın başında, terörün komşuluğunu yapıyordu aylardır.

Bir gün, açlıktan, yiyecek bir şey bulamadıklarından arkadaşlarıyla yedikleri yılanı ise anıları arasına almış, “Sağ kalır da dönersem evime, herkese anlatacağım” diyordu.

Aylar, ayları kovaladı, şafak geçmek bilmedi, terör tüm arsızlığıyla hüküm sürüyordu etraflarında . . .

Derken, gün geldi, -kendi de şaştı bu duruma- ama nasıl olduysa bitiverdi askerliği.

Teskeresini alıp kendi gibi terhis olan arkadaşlarıyla önce Ankara’ya sonra da memleketlerine doğru yola çıktılar.
Ankara’da otobüsten indiklerinde, arkadaşlarıyla birlikte ağlayarak toprağı öpmelerini de yaşayacaklarından habersiz anılarının içine kattı.
“Zoru başardım diyordu içinden, her şeyin üstesinden gelebilirim artık”.

O askerliğini bitirdi de dönüyor diye evdekilerin hali ise ayrı bir alemdi.

Annesi, babası, kardeşi, anneanne, dede, teyzeler, enişteler, kuzenler, arkadaşlar, hatta komşular O’nun dönüşü için tatlı bir telaş içindeydiler.

Evine döndüğünde hissettikleri tanımlanamazdı.

O gece aile fertleri yemekte bir araya geldiler.
Herkesin gözlerinde mutluluk vardı, O’nun mutluluğu mu? Anlatılmazdı.
Yemekler yenildi sohbete devam edildi.
Gece yarısı herkes evine dağıldı.

Biraz daha oturdu ailesiyle 02.00 gibi yattı.

Sevinçten uyku girmiyordu gözüne, tekrar kalktı, salona geçti, gözlerini kapadı, uyumaya çalıştı, o arada uyudu mu?

Hatırlamıyordu

Yarım saat sonra garip bir uğultu duydu.

Yerin altından gelen uğultu, beraberinde sarsıntıyı da getirmişti.

Neler olduğunu anlayamadı, “ Askerliğim bitmedi galiba, yine patlama oldu bir yerlerde” diye düşündü.

Ne yapacağını bilemedi, nasıl olduysa pencerenin önünde buldu kendini, pencerenin camı kırılmıştı, birkaç saniye içinde karşılarındaki apartmanın yerle bir olduğunu gördü.

Gözlerine inanamıyordu. Bu nasıl bir felaketti böyle?

Sonrasında, ailesiyle birlikte ne ara evden çıkmayı başardıklarını hiç hatırlamadı.
Sadece hatırladığı apartmanlarının merdivenlerinden inerken, arkalarından merdivenlerin bile yıkıldığı idi.

. . .

Deprem olmuştu, hem de çok şiddetli.
Anne babası ve kardeşi ile kurtulmuşlardı.
Peki ya diğer yakınları?
Uzun süredir görmediği arkadaşları, mahalledeki komşuları?

Bilmiyordu…

Şaşkındı, şoktaydı yürümeye başladı, sahile indi.
Deniz kıyısında oturdukları beldeyle özdeşleşmiş gazinoların ve denize sıfır olan o güzel otelin yerinde olmadığını gördü.

Bağırmak, çığlık atmak istedi yapamadı. Sesi çıkmıyordu

Her yer, yıkılan evler, insan çığlıklarıyla doluydu.

Çaresiz yürümeye başladı sokaklarda, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu.
Askerliği sırasında göz pınarlarında biriktirdikleriyle, şimdi yaşamakta olduğu acının gözyaşları birbirine karışmıştı.

Gücünü yitirmemeye çalıştı.

O gece, aile yemeğinde beraber olduğu akrabalarını da , çocukluk arkadaşlarını da, komşularını da enkazın altından çıkartırken, gücünü hiç yitirmedi.

Yıllar sonra, ana belleği O’na o günleri hatırlattığında, bu gücü nereden bulduğunu da hiç bilemedi.

Hayat her zaman güzel şeyler sunmayabiliyordu işte insana.

O andan itibaren gidenlerin ardından çaresizce bakan, geride kalanlardan biri oldu.

Tutunmalıydı bir yerlerden hayata, tutundu da.

Hayat acımasızdı ve fırtınaya kapılmış bir yaprak gibi savursa da insanları, her şeye rağmen devam ediyordu.

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Bin Muhteşem Güneş

İki kadın düşünün.

Kaderleri aynı, çünkü üzerinde yaşadıkları topraklar ve bu topraklardaki bitmeyen kavga aynı.

Biri diğerinden sadece birkaç yıl önce doğmuş, annesinin deyimiyle “ harami” bir kız çocuğu.
Babasının annesinden başka eşleri ve bu eşlerden de pek çok çocuğu var.

Küçük kız, çocuk gözleriyle babasını çok severek, babasının kendisi ile ilgilenebilmesi için sıranın kendine gelmesini bekleyerek büyüyor, geleceği belirsiz.

Diğeri, aydın bir anne babanın, büyütürken zarar gelmesin diye gözlerinin içine baktığı akıllı mı akıllı, aklına koyduğunu yapmaktan çekinmeyen bir kız çocuğu. O diğer kadından yaklaşık on yıl kadar sonra gelmiş dünyaya, O’nun koşulları biraz daha farklı ve bu fark O’na kendisi fark etmese de şans getiriyor.

Yaşadıkları topraklar ikisi için de güzel ve önemli ama karışık.
Yıllar boyu özgür olma fırsatı verilmeyen bir ülkede devam ettiriyorlar hayatlarını.

Bu ülkede yabancı ülkelerin işgali var, işgalden kurtulalım derken karanlığın içine hızla sürüklenen bir toplum var. Cehalet var, acı var, savaş ve gözyaşı var. Kadınların hiç şansı yok. Susmak zorundalar. Ezilmeye mahkumlar. "İstenmeyen bir suç işlediklerinde" en ağır ceza “ recm” ile karşı karşıyalar.

Kavganın bitmediği bu ülkenin adı Afganistan.

Her şeye rağmen yaşama savaşı veren, her acıya kendince göğüs germeye çalışan iki kadın ve iki kadının kesişen hayatları. Aralarında başlayan kendilerinin bile inanamadığı mükemmel bir dostluk ve her şeye rağmen vatan topraklarına duyulan özlem.

“ Bin Muhteşem Güneş “ Afgan yazar Halit Hüseyni’nin "Uçurtma Avcısı" romanından sonra yayınladığı yeni romanı.

Bu yaz okuduğum kitaplar içerisinde etkisinden uzun süre kurtulamadığım bir roman.

Romandan etkilenme nedenimi bilemedim ben.

Kadın olduğum için mi?

Ülkemi çok sevdiğim için mi?

Laik Türkiye Cumhuriyeti’ nde doğup büyüdüğüm için mi?

Bilemedim.
Bin Muhteşem Güneş mutlaka okunmalı.

Bin Muhteşem Güneş



İki kadın düşünün.

Kaderleri aynı, çünkü üzerinde yaşadıkları topraklar ve bu topraklardaki bitmeyen kavga aynı.

Biri diğerinden sadece birkaç yıl önce doğmuş, annesinin deyimiyle “ harami” bir kız çocuğu.
Babasının annesinden başka eşleri ve bu eşlerden de pek çok çocuğu var.

Küçük kız, çocuk gözleriyle babasını çok severek, babasının kendisi ile ilgilenebilmesi için sıranın kendine gelmesini bekleyerek büyüyor, geleceği belirsiz.

Diğeri, aydın bir anne babanın, büyütürken zarar gelmesin diye gözlerinin içine baktığı akıllı mı akıllı, aklına koyduğunu yapmaktan çekinmeyen bir kız çocuğu. O diğer kadından yaklaşık on yıl kadar sonra gelmiş dünyaya, O’nun koşulları biraz daha farklı ve bu fark O’na kendisi fark etmese de şans getiriyor.

Yaşadıkları topraklar ikisi için de güzel ve önemli ama karışık.
Yıllar boyu özgür olma fırsatı verilmeyen bir ülkede devam ettiriyorlar hayatlarını.

Bu ülkede yabancı ülkelerin işgali var, işgalden kurtulalım derken karanlığın içine hızla sürüklenen bir toplum var. Cehalet var, acı var, savaş ve gözyaşı var. Kadınların hiç şansı yok. Susmak zorundalar. Ezilmeye mahkumlar. "İstenmeyen bir suç işlediklerinde" en ağır ceza “ recm” ile karşı karşıyalar.

Kavganın bitmediği bu ülkenin adı Afganistan.

Her şeye rağmen yaşama savaşı veren, her acıya kendince göğüs germeye çalışan iki kadın ve iki kadının kesişen hayatları. Aralarında başlayan kendilerinin bile inanamadığı mükemmel bir dostluk ve her şeye rağmen vatan topraklarına duyulan özlem.

“ Bin Muhteşem Güneş “ Afgan yazar Halit Hüseyni’nin "Uçurtma Avcısı" romanından sonra yayınladığı yeni romanı.

Bu yaz okuduğum kitaplar içerisinde etkisinden uzun süre kurtulamadığım bir roman.

Romandan etkilenme nedenimi bilemedim ben.

Kadın olduğum için mi?

Ülkemi çok sevdiğim için mi?

Laik Türkiye Cumhuriyeti’ nde doğup büyüdüğüm için mi?

Bilemedim.


Bin Muhteşem Güneş mutlaka okunmalı.

12 Ağustos 2008 Salı

Ağustosta Üşümek

Yıl 1984’dü.

Aylardan ağustos.

Hava sıcak.

 

Öyle bir sıcak ki insanın içine işlemiş.

Antalya halkı klima ile tanışık değil henüz, çünkü ağaçlar bol ve deniz var hepsinden öte mavi ile yeşilin birbirine karıştığı tertemiz bir deniz, adı gibi Akdeniz.

Antalya’da yaşayanlar bilir, Konyaaltı sahilleri henüz “Beachpark”a dönüşmemişti o zamanlar, tahtadan obalar vardı Belediye’ye ait.

Yaz tatilinin olmazsa olmazıydı o obalar. Antalyalı olup da Konyaaltı’ndaki obalarda anısı olmayan yoktur sanırım.

O sıcak ağustos günlerinden birinde, güneş sabahtan beri bulutların arasına gizlenmişti, garip bir nem vardı ve yağmur yağacakmış gibiydi hava.. Güneş gökyüzünde bulutlarla saklambaç oynarken yine de herkes denizin keyfini çıkartıyordu. Akşam üzerine doğru, gök gürültüsü ve şimşeğin ardından yağmur yağmaya başladı.

Kavak yellerinin en hızlısının başımızda estiği günler olduğu için biz kahkahalar içinde denizin keyfini çıkarmaya çalışıyorduk.

Biraz sonra büyük bir fırtına koptu.

Denizde kalınacak durum yoktu artık.

Tahta obalardaki tatilciler yağmurun azizliğine uğrarken ben Antalya’nın yağmuruna çocukluğumdan beri ilk kez tanık oluyordum. “ Buralara da yağmur yağıyormuş demek” diye düşünmekten alamamıştım kendimi.

Epey sürmüştü yağmur. Biz yağmur zedeler, serinlediğimiz için sevinsek mi, ıslandığımız için üzülsek mi bilememiştik.

****

Bilenler bilir bizim şehir şimdilerde yaz aylarında eskisinden de sıcak oluyor..

Gece klima veya vantilatör eşliğinde uyunuyor.

Çoğu kere uyku biçimi, sıcaktan uyuyamayıp sabaha karşı sızmak şeklinde oluyor.

Geçenlerde böyle gecelerin birinde, sıcak o kadar içime işlemiş, hatta o kadar yapış yapış olmuşum ki “ yağmur yağsa da yağan yağmurun altında sırılsıklam olsam” dedim.

Bulutlar dileğimi duymuş olmalı, dün akşam saatlerinde şahane bir yağmur yağdı Antalya’ya. Tıpkı 1984’deki o ağustos ayında olduğu gibi. Tam da dersimin bitiş saatiydi, eve gelmek üzereydim, yolda yakaladı beni ve eve gelene kadar gerçekten de sırılsıklam oldum. Kısa sürdü, olsun varsın, ben dün akşam Antalya’da ağustosta üşüdüm.

Yağmurun etkisiyle dün gece klimasız, vantilatörsüz rahat rahat uyudum.

Rüyamda babaannem ve babaannemin diktiği çınar ağacını gördüm. Ben doğmadan çok önce ölmüş babaannem, ne zaman Antalya’ya gelsek, ne zaman o ağaca dokunsam babaannemle el ele tutuşmuş gibi hissederdim kendimi.

Sonra yolun ortasında kalıyor diye kesmişlerdi güzelim ağacı. İşte O çınar ağacının gölgesindeydim dün gece rüyamda babaannemle birlikte. “Ağaç dikin kızım “ dedi babaannem. “Ağacın olmadığı yerde daha çoook yağmura hasret kalırsınız.”

Uyanınca şehir içinde rant uğruna binbir bahane ile kesilen ağaçları düşündüm ve acımasızca yanan / yakılan ormanları.

Ne demeli. Doğayı kendi elleriyle yok eden insanoğluna yazıklar olsun.

Kesilen ağaçlara, yakılan ormanlara selam olsun.

Ağustosta Üşümek


Yıl 1984’dü.

Aylardan ağustos.

Hava sıcak.



Öyle bir sıcak ki insanın içine işlemiş.

Antalya halkı klima ile tanışık değil henüz, çünkü ağaçlar bol ve deniz var hepsinden öte mavi ile yeşilin birbirine karıştığı tertemiz bir deniz, adı gibi Akdeniz.

Antalya’da yaşayanlar bilir, Konyaaltı sahilleri henüz “Beachpark”a dönüşmemişti o zamanlar, tahtadan obalar vardı Belediye’ye ait.

Yaz tatilinin olmazsa olmazıydı o obalar. Antalyalı olup da Konyaaltı’ndaki obalarda anısı olmayan yoktur sanırım.

O sıcak ağustos günlerinden birinde, güneş sabahtan beri bulutların arasına gizlenmişti, garip bir nem vardı ve yağmur yağacakmış gibiydi hava.. Güneş gökyüzünde bulutlarla saklambaç oynarken yine de herkes denizin keyfini çıkartıyordu. Akşam üzerine doğru, gök gürültüsü ve şimşeğin ardından yağmur yağmaya başladı.

Kavak yellerinin en hızlısının başımızda estiği günler olduğu için biz kahkahalar içinde denizin keyfini çıkarmaya çalışıyorduk.

Biraz sonra büyük bir fırtına koptu.

Denizde kalınacak durum yoktu artık.

Tahta obalardaki tatilciler yağmurun azizliğine uğrarken ben Antalya’nın yağmuruna çocukluğumdan beri ilk kez tanık oluyordum. “ Buralara da yağmur yağıyormuş demek” diye düşünmekten alamamıştım kendimi.

Epey sürmüştü yağmur. Biz yağmur zedeler, serinlediğimiz için sevinsek mi, ıslandığımız için üzülsek mi bilememiştik.

****

Bilenler bilir bizim şehir şimdilerde yaz aylarında eskisinden de sıcak oluyor..

Gece klima veya vantilatör eşliğinde uyunuyor.

Çoğu kere uyku biçimi, sıcaktan uyuyamayıp sabaha karşı sızmak şeklinde oluyor.

Geçenlerde böyle gecelerin birinde, sıcak o kadar içime işlemiş, hatta o kadar yapış yapış olmuşum ki “ yağmur yağsa da yağan yağmurun altında sırılsıklam olsam” dedim.

Bulutlar dileğimi duymuş olmalı, dün akşam saatlerinde şahane bir yağmur yağdı Antalya’ya. Tıpkı 1984’deki o ağustos ayında olduğu gibi. Tam da dersimin bitiş saatiydi, eve gelmek üzereydim, yolda yakaladı beni ve eve gelene kadar gerçekten de sırılsıklam oldum. Kısa sürdü, olsun varsın, ben dün akşam Antalya’da ağustosta üşüdüm.

Yağmurun etkisiyle dün gece klimasız, vantilatörsüz rahat rahat uyudum.

Rüyamda babaannem ve babaannemin diktiği çınar ağacını gördüm. Ben doğmadan çok önce ölmüş babaannem, ne zaman Antalya’ya gelsek, ne zaman o ağaca dokunsam babaannemle el ele tutuşmuş gibi hissederdim kendimi.

Sonra yolun ortasında kalıyor diye kesmişlerdi güzelim ağacı. İşte O çınar ağacının gölgesindeydim dün gece rüyamda babaannemle birlikte. “Ağaç dikin kızım “ dedi babaannem. “Ağacın olmadığı yerde daha çoook yağmura hasret kalırsınız.”

Uyanınca şehir içinde rant uğruna binbir bahane ile kesilen ağaçları düşündüm ve acımasızca yanan / yakılan ormanları.

Ne demeli. Doğayı kendi elleriyle yok eden insanoğluna yazıklar olsun.

Kesilen ağaçlara, yakılan ormanlara selam olsun.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Rüzgarın Hırsı

“ Güneşe en yakın gezegenin, güneşe sırtını dönmüş yüzünde yaşayan insanlar uyumaya; güneşe yüzünü dönmüş kısmında yaşayan insanlar yeni güne başlamaya hazırlanırken; gökyüzünde güneşle rüzgarın arasında geçen şiddetli tartışmadan kimsenin haberi olmamış.

Rüzgar kızgın ve kıskanç bir ses tonuyla güneşe : - “ Yine her yeri yakmaya başladın ,, demiş.

Güneş şaşırmış bu serzenişe, kendinden emin bir eda ile: - “ Ne var bunda? Benim adım güneş, elbette yakacağım. Kocaman bir ateş topuyum ben. Hem benim sistemimdeki en sevdiğim gezegenimin bir bölümü bana yakın şu anda. Orada yaşayan insanoğlu buna “ Yaz” diyor. Sen de bilirsin, yaz benim en etkili olduğum mevsim” diye yanıtlamış rüzgarı. ,,

Rüzgar güneşin bu çok bilmiş hallerine daha da öfkelenmiş ve – “ İstersem ben daha şiddetli yakarım. Öyle kuvvetli eserim ki, bir kıvılcımdan yangın çıkartırım, biliyorsun insanlar da hazır oralarda bana yardım etmeye, tarla, otel, bina diye bir şeyler tutturmuşlar ormanları yakıp duruyorlar ” demiş.
- “ Öfkene yenilme sakın ,, diyerek en sakin ses tonuyla öğüt vermiş güneş rüzgara.
- “ Farkında değil misin, insanlar zaten yakında kendileri gezegenimi yok edecekler, senin ne güzel esintilerin vardır hafif ve ferah lütfen kendine gel, düşünme böyle şeyler ” diye eklemiş.

Rüzgar, ne öfkesini ne fesatlığını kontrol edememiş.

Güneşin gücünü kıskanmış, kendine gezegen içinden yeşili ağacı bol bir yer bulmuş kuvvetle esmeye başlamış.

Tam da o sırada iki elektrik telinin birbirine değmesi ile bir kıvılcım çıkmış.

Bunu hemen değerlendiren rüzgar kısa sürede çok çok büyük bir yangın çıkartmış.

Yangın o kadar büyümüş ki, büyük bir ormanın yok olmasının yanı sıra, o civardaki köylere de sıçramış. Oralarda yaşayan yöre halkı korku içinde evlerini terk etmek zorunda kalmışlar.

Olanları izleyen güneş çok utanmış. Yüzü utançtan daha da kızarmış.

Günler geçmiş, rüzgar aynı hızla esmeye devam etmiş. O estikçe yangın daha da çok yayılmış, güneş bile dumanların arasında sıkışıp kalmış.

En sonunda rüzgar hatasını anlamış, hızını kesmiş ama artık her şey için çok geçmiş, rüzgarın hırsı uçsuz bucaksız bir ormanlık alanın daha yok olmasına neden olmuş. ,,

 

Bir anne çocuğuna tanık olduklarından etkilenerek, ağacın ve ormanın önemini vurgulamak için bu masalı kurgulayıp anlatmış.

Masalı dinleyen çocuk annesine : - “ Peki ormanda yaşayan diğer canlılara ne olmuş anne?,, diye sormuş.

“ Sincaplar, tavşanlar, kaplumbağalar, kuşlar da yanmış mı? Kuşların kanatları var uçabilirler annecim, peki ya diğerleri, zavallı kaplumbağalar yavaş yürür onlar, yanmışlar mıdır annecim? ,, diye devam etmiş.

Annesi cevap verememiş…
* * * * *
Not : Manavgat’ın Karabük Köyü yakınında geçtiğimiz hafta içinde başlayan yangının on iki bin hektar alanda etkili olduğu söyleniyor.

Yangın yer yer söndürülse de yörede hakim olan “ POYRAZ ” ın etkisi ile tam olarak kontrol altına alınamıyor.

Antalya’nın tarihine gelmiş geçmiş en büyük orman yangını olarak geçen bu felaketin sona ermesinde umutlar “ POYRAZ “ ın kesilmesine bağlanmış.

Bu yazıyı yayınlandığında dilerim yangın tamamen söndürülmüş olur.

Bir şehrin ciğerlerinin yanışına tanıklık etmek, şehrin nefes alamadığını görmek ve o şehirle birlikte nefes alamamak ne kötü.

Yangının izleri geçtikten sonra, hem yanan ağaçların yerine, hem de yaşadığımız her yere ağaç dikmek vatandaşlık görevimiz olsun.

Rüzgarın Hırsı


“ Güneşe en yakın gezegenin, güneşe sırtını dönmüş yüzünde yaşayan insanlar uyumaya; güneşe yüzünü dönmüş kısmında yaşayan insanlar yeni güne başlamaya hazırlanırken; gökyüzünde güneşle rüzgarın arasında geçen şiddetli tartışmadan kimsenin haberi olmamış.

Rüzgar kızgın ve kıskanç bir ses tonuyla güneşe : - “ Yine her yeri yakmaya başladın ,, demiş.

Güneş şaşırmış bu serzenişe, kendinden emin bir eda ile: - “ Ne var bunda? Benim adım güneş, elbette yakacağım. Kocaman bir ateş topuyum ben. Hem benim sistemimdeki en sevdiğim gezegenimin bir bölümü bana yakın şu anda. Orada yaşayan insanoğlu buna “ Yaz” diyor. Sen de bilirsin, yaz benim en etkili olduğum mevsim” diye yanıtlamış rüzgarı. ,,

Rüzgar güneşin bu çok bilmiş hallerine daha da öfkelenmiş ve – “ İstersem ben daha şiddetli yakarım. Öyle kuvvetli eserim ki, bir kıvılcımdan yangın çıkartırım, biliyorsun insanlar da hazır oralarda bana yardım etmeye, tarla, otel, bina diye bir şeyler tutturmuşlar ormanları yakıp duruyorlar ” demiş.
- “ Öfkene yenilme sakın ,, diyerek en sakin ses tonuyla öğüt vermiş güneş rüzgara.
- “ Farkında değil misin, insanlar zaten yakında kendileri gezegenimi yok edecekler, senin ne güzel esintilerin vardır hafif ve ferah lütfen kendine gel, düşünme böyle şeyler ” diye eklemiş.

Rüzgar, ne öfkesini ne fesatlığını kontrol edememiş.

Güneşin gücünü kıskanmış, kendine gezegen içinden yeşili ağacı bol bir yer bulmuş kuvvetle esmeye başlamış.

Tam da o sırada iki elektrik telinin birbirine değmesi ile bir kıvılcım çıkmış.

Bunu hemen değerlendiren rüzgar kısa sürede çok çok büyük bir yangın çıkartmış.

Yangın o kadar büyümüş ki, büyük bir ormanın yok olmasının yanı sıra, o civardaki köylere de sıçramış. Oralarda yaşayan yöre halkı korku içinde evlerini terk etmek zorunda kalmışlar.

Olanları izleyen güneş çok utanmış. Yüzü utançtan daha da kızarmış.

Günler geçmiş, rüzgar aynı hızla esmeye devam etmiş. O estikçe yangın daha da çok yayılmış, güneş bile dumanların arasında sıkışıp kalmış.

En sonunda rüzgar hatasını anlamış, hızını kesmiş ama artık her şey için çok geçmiş, rüzgarın hırsı uçsuz bucaksız bir ormanlık alanın daha yok olmasına neden olmuş. ,,



Bir anne çocuğuna tanık olduklarından etkilenerek, ağacın ve ormanın önemini vurgulamak için bu masalı kurgulayıp anlatmış.

Masalı dinleyen çocuk annesine : - “ Peki ormanda yaşayan diğer canlılara ne olmuş anne?,, diye sormuş.

“ Sincaplar, tavşanlar, kaplumbağalar, kuşlar da yanmış mı? Kuşların kanatları var uçabilirler annecim, peki ya diğerleri, zavallı kaplumbağalar yavaş yürür onlar, yanmışlar mıdır annecim? ,, diye devam etmiş.

Annesi cevap verememiş…


* * * * *


Not : Manavgat’ın Karabük Köyü yakınında geçtiğimiz hafta içinde başlayan yangının on iki bin hektar alanda etkili olduğu söyleniyor.

Yangın yer yer söndürülse de yörede hakim olan “ POYRAZ ” ın etkisi ile tam olarak kontrol altına alınamıyor.

Antalya’nın tarihine gelmiş geçmiş en büyük orman yangını olarak geçen bu felaketin sona ermesinde umutlar “ POYRAZ “ ın kesilmesine bağlanmış.

Bu yazıyı yayınlandığında dilerim yangın tamamen söndürülmüş olur.

Bir şehrin ciğerlerinin yanışına tanıklık etmek, şehrin nefes alamadığını görmek ve o şehirle birlikte nefes alamamak ne kötü.

Yangının izleri geçtikten sonra, hem yanan ağaçların yerine, hem de yaşadığımız her yere ağaç dikmek vatandaşlık görevimiz olsun.

1 Ağustos 2008 Cuma

SENDEN VAZGEÇEMEDİM!!!


Seninle ilk tanışmamızı hatırlıyor musun?

Ben hiç unutmadım biliyor musun?
15 ya da 16 yaşımda olmalıydım.

Gençtim, kanımın deli aktığı zamanlardaydım.
Gizli gizli buluşurduk seninle .

Nasıl da heyecanlanırdık, yakalanma korkusuyla.
Şimdi düşünüyorum da, bir araya geldiğimizde seni bilemem ama ben, çok çok mutlu olurdum.

Günlerden bir gün, anneme yakalanmıştık.
O zaman, oturduğumuz evimizin arka balkonundaydık seninle.
Ne ara girmiş annem içeriye fark edemedik.

Çok kızmıştı annem ikimizi bir arada görünce ; -  “ Hayır, izin vermiyorum “ demişti sert bir dille. “ Bununla ilgili asla tavizim yok bilesin; bir daha ikinizi bir arada kesinlikle görmek istemiyorum” diye eklemişti, bağırmaya yakın bir ses tonuyla.

Uzun bir süre de takip etti ikimizi, bir araya geliyor muyuz diye, hatta tüm komşuları bile uyarmıştı seninle görüşmemize engel olmak için.

Üniversite yıllarımız, özgürlüğümüz olmuştu. Hiç kimseseninle gizli saklı görüştüğümüzü bilmedi.
Bazen sabahlara kadar ders çalıştık, bazen hovardalık yaptık birlikte. İşte o üniversite yıllarından sonra, artık hiç kopamadık. Öyle güçlü bir bağdı ki aramızdaki, istesek de kopamazdık.

Bir gün çok kızmıştım sana. Senle olan ilişkimi bitirmeye ilk kararı o gün vermiştim.
Senin yüzünden hastalanmıştım çünkü.
Uzun süre görmek istememiştim seni. Oysa o kadar alışmıştım ki sana ne yazık ki o “ Uzun Süre” ye çok fazla dayanamadım.

Düşünüyorum da, sen aslında hiç dost olmadın bana.
Dost gibi görünenlerdendin.
Ben seni kendimce dost bildim, iyi günümde de, kötü günümde de sana sarıldım.

Sen ne yaptın?
Sinsice kullandın iyi niyetimi.
Şimdi yolun yarısını çoktan geride bıraktığım yaşlarımdayım.
Bakalım sürem ne zaman dolacak?

Geçenlerde, doktora gittim kontrole.

Uzun uzun muayene etti beni doktorum.
Sonra yüzüme soran gözlerle ve üzgün bir ifadeyle bakarak :  -“ Bu kadar ne yaptın ciğerlerine ?” dedi.
Seni çıkarttım cebimden, masanın üzerine koydum, - “ Ben değil doktor, o yaptı “ dedim.
 Sen, bana masanın üzerinden, doktora belli etmeden gülümsüyordun.

Ömrümü kısalttın, ciğerlerimi kararttın ama  senden vazgeçemedim!!!

BLOG ” NOT ” : Bu yazı her günkü yürüyüş yolumda rastladığım, düzgün giyimli, 15 - 16 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir delikanlıyı, kaçamak hareketlerle sigarasını yakıp, keyifle içerken gördükten sonra yazıldı.

SENDEN VAZGEÇEMEDİM!!!


Seninle ilk tanışmamızı hatırlıyor musun?

Ben hiç unutmadım biliyor musun?
15 ya da 16 yaşımda olmalıydım.

Gençtim, kanımın deli aktığı zamanlardaydım.
Gizli gizli buluşurduk seninle değil mi?

Nasıl da heyecanlanırdık, yakalanma korkusuyla.
Şimdi düşünüyorum da, bir araya geldiğimizde seni bilemem ama ben, çok çok mutlu olurdum.

Günlerden bir gün, anneme yakalanmıştık.
O zaman, oturduğumuz evimizin arka balkonundaydık seninle.
Ne ara girmiş annem içeriye fark edemedik.

Çok kızmıştı annem ikimizi bir arada görünce, “ Hayır, izin vermiyorum “ demişti sert bir dille. “ Bununla ilgili asla tavizim yok bilesin; bir daha ikinizi bir arada kesinlikle görmek istemiyorum” demişti, bağırmaya yakın bir ses tonuyla.

Uzun bir süre de takip etti ikimizi, bir araya geliyor muyuz diye, hatta tüm komşuları bile uyarmıştı seninle görüşmemize engel olmak için.

Üniversite yıllarımız, özgürlüğümüz olmuştu. Hiç kimse görüştüğümüzü bilemedi seninle.
Bazen sabahlara kadar ders çalıştık, bazen hovardalık yaptık birlikte. İşte o üniversite yıllarından sonra, artık hiç kopamadık. Öyle güçlü bir bağdı ki aramızdaki, istesek de kopamazdık.

Bir gün çok kızmıştım sana. Senle olan ilişkimi bitirmeye ilk kararı o gün vermiştim.
Senin yüzünden hastalanmıştım çünkü.
Uzun süre görmek istememiştim seni. Oysa o kadar alışmıştım ki sana ne yazık ki o “ Uzun Süre” ye çok fazla dayanamadım.

Düşünüyorum da, sen aslında hiç dost olmadın bana.
Dost gibi görünenlerdendin.
Ben seni kendimce dost bildim, iyi günümde de, kötü günümde de sana sarıldım.

Sen ne yaptın?
Sinsice kullandın iyi niyetimi.


Şimdi yolun yarısını çoktan geride bıraktığım yaşlarımdayım.
Bakalım sürem ne zaman dolacak?

Geçenlerde, doktora gittim kontrole.

Uzun uzun muayene etti beni doktorum.
Sonra yüzüme soran gözlerle ve üzgün bir ifadeyle bakarak “ Bu kadar ne yaptın ciğerlerine ?” dedi.
Seni çıkarttım cebimden, masanın üzerine koydum, “ Ben değil doktor, o yaptı “ dedim. Sen ise bana masanın üzerinden, doktora belli etmeden gülümsüyordun.

Ömrümü kısalttın, ciğerlerimi kararttın ama … ah sigaram ben senden vazgeçemedim!!!


BLOG ” NOT ” : Bu yazı her günkü yürüyüş yolumda rastladığım, düzgün giyimli, 15 - 16 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir delikanlıyı, kaçamak hareketlerle sigarasını yakıp, keyifle içerken gördükten sonra yazıldı.