27 Aralık 2008 Cumartesi

Savaşçılık Oyunu

- “ Eller yukarı anne!!!
Savaşçılık oynayacağız!!! “

- Ben savaşlı, silahlı oyunlar oynamak istemiyorum oğlum.

- Ama, ama söz vermiştin; hani akşam sen eve gelince oyun oynayacaktık?

- Tamam söz verdim oynamak için ama savaşçılık oyunu değil annem.

- Neden anne? Savaş çok mu kötü?

- Evet yavrum.

- Savaşta insanlar ölüyor di mi anne?

- Evet yavrum.

- O zaman çocuklar babasız da kalıyordur ?

- Kalıyor oğlum, hatta bazen anneler de çocuksuz kalabiliyor.

- Tamam o zaman biz de savaşçılık oynamayalım anne.

- Anne aklıma bir şey daha geldi; peki savaşı kim çıkartıyor?

- Bir biri ile anlaşamayan ülkeler oğlum.

- O zaman ülkeler de savaş gibi kötü mü anne?

- . . . . . . !!!!!!

“ Artık her ne kadar umudumu yitirmiş olsam da her şeye rağmen çocuklarımıza , gelecekte savaşın olmadığı, her köşesinde barışın hüküm sürdüğü yaşanası bir dünya bırakabilmek umudu ile…”
Fotoğraf : http://www.deviantart.com/

Savaşçılık Oyunu








- “ Eller yukarı anne!!!
Savaşçılık oynayacağız!!! “

- Ben savaşlı, silahlı oyunlar oynamak istemiyorum oğlum.

- Ama, ama söz vermiştin; hani akşam sen eve gelince oyun oynayacaktık?

- Tamam söz verdim oynamak için ama savaşçılık oyunu değil annem.

- Neden anne? Savaş çok mu kötü?

- Evet yavrum.

- Savaşta insanlar ölüyor di mi anne?

- Evet yavrum.

- O zaman çocuklar babasız da kalıyordur ?

- Kalıyor oğlum, hatta bazen anneler de çocuksuz kalabiliyor.

- Tamam o zaman biz de savaşçılık oynamayalım anne.

- Anne aklıma bir şey daha geldi; peki savaşı kim çıkartıyor?

- Bir biri ile anlaşamayan ülkeler oğlum.

- O zaman ülkeler de savaş gibi kötü mü anne?

- . . . . . . !!!!!!

“ Artık her ne kadar umudumu yitirmiş olsam da her şeye rağmen çocuklarımıza , gelecekte savaşın olmadığı, her köşesinde barışın hüküm sürdüğü yaşanası bir dünya bırakabilmek umudu ile…”


Fotoğraf : http://www.deviantart.com/

25 Aralık 2008 Perşembe

Çayır Güzeli

O zamanın parasıyla “Yirmi beş kuruş” isterdi yanına yaklaştığı insanlardan.

Hem de öylesine işveli ve kibar bir şekilde yapardı ki bunu, acımayla karışık, değişik bir gizem duygusu uyandırırdı “yirmi beş kuruş” u istediği insanlar üzerinde.

Vakur, vaktiyle görmüş geçirmiş, asil bir duruşu vardı. 55 belki de 60 yaşlarındaydı.

Hangi kuaförden bulduğunu bilmediğim bir peruk takardı bazen. Kırmızının en keskin tonundan, ruj, allık ve oje sürer; eski, yıpranmış ama bir dönem çok da kaliteli olduğu her halinden belli olan kıyafetleriyle, Altı yol’dan Bahariye Caddesi’ne ve bazen Moda İlkokulu’nun önüne kadar, işveyle, edayla yürürdü.

Ara sıra şen kahkahalar atsa da, yeşil gözlerinde her daim saklı bir hüzün vardı.

Üzerlerinde büyük büyük çiçeklerin olduğu kocaman şapkalar takardı başına.
Bazen hasırdan olurdu bu şapkalar, bazen daha farklı biçimde. Şapkaları kendinle bütünleşmiş gibiydi.

Giysileri çok eski ve yıpranmış olmasa, büyük bir davete gittiğini bile düşünebilirdik, havasından, endamından.

Gözüne kestirdiği birilerinden, son derece kibar bir şekilde “ Yirmi beş kuruşun var mı şekerim?” diye para isterdi. Fazla para değil asla, sadece ama sadece“yirmi beş kuruş”. Fazlasını almazdı zaten.

O’nu tanıdığım dönemde, ilk okula başlamamıştım henüz.

Annemle sokağa çıktığımız her zaman, bir şekilde rastlardık O’na.
Cadıya benzetirdim çocuk gözlerimle, her an süpürgesine binip gidecekmiş gibi bir izlenim bırakırdı üzerimde. Yanımızdan geçip giderken, daha bir sıkı tutardım annemin elini.

Çocukken korkardım da, biraz büyümeye başlayınca çok sevmiştim O’nu.
1960’lı ve 1970’ li yıllarını, Kadıköy’ de Bahariye Caddesi, Altı yol ve Moda ‘da geçirenlerin çok iyi hatırlayacakları biriydi.

“Çayır Güzeli” ydi adı.

Birbirinden farklı hikayeler anlatılırdı O’nun için.

- Bir rivayete göre çok zengin bir ailenin kızıyken, çıkan bir yangın, nesi varsa alıp götürmüştü hayatından, akıl sağlığı da dahil.
- Başka bir rivayete göre, eşi pilotmuş, çok da severlermiş karı koca birbirlerini.Gel zaman git zaman, eşini bir uçak kazasında kaybetmiş. Toparlayamamış bir daha kendini.

- Atatürk’e aşık olduğunu, aşkına karşılık bulamadığından bu hallere düştüğünü söyleyenler bile vardı o zamanlar.
Sonra sonra, hayatını, yıkık dökük bir evde geçirdiğini, civardaki insanların verdiği yiyeceklerle karnını doyurduğunu, asıl adının Adalet olduğunu öğrendim.

Hakkında söylenen bu rivayetlerin hangisinin doğru olduğunu ise hiçbir zaman bilemedim.

70’li yılların sonu muydu, yoksa 80’li yıllar devam ederken miydi şimdi net olarak hatırlamıyorum, görünmez oldu “Çayır Güzeli”.

Öldü dediler.

Gerçekte kimdi, neydi, neler yaşadı da bu hale geldi; hiç birimiz öğrenemedik.

Yıllar sonra O’ndan geriye, süslü kıyafetleri, değişik şapkaları ve abartılı makyajının içine saklanmış hüzünlü kadın anıları kaldı.

 

 
fotoğraf : http://www.%20deviantart.com/

Çayır Güzeli


“ÇAYIR GÜZELİ”

O zamanın parasıyla “Yirmi beş kuruş” isterdi yanına yaklaştığı insanlardan.

Hem de öylesine işveli ve kibar bir şekilde yapardı ki bunu, acımayla karışık, değişik bir gizem duygusu uyandırırdı “yirmi beş kuruş” u istediği insanlar üzerinde.

Vakur, vaktiyle görmüş geçirmiş, asil bir duruşu vardı. 55 belki de 60 yaşlarındaydı.

Hangi kuaförden bulduğunu bilmediğim bir peruk takardı bazen. Kırmızının en keskin tonundan, ruj, allık ve oje sürer; eski, yıpranmış ama bir dönem çok da kaliteli olduğu her halinden belli olan kıyafetleriyle, Altı yol’dan Bahariye Caddesi’ne ve bazen Moda İlkokulu’nun önüne kadar, işveyle, edayla yürürdü.

Ara sıra şen kahkahalar atsa da, yeşil gözlerinde her daim saklı bir hüzün vardı.

Üzerlerinde büyük büyük çiçeklerin olduğu kocaman şapkalar takardı başına.
Bazen hasırdan olurdu bu şapkalar, bazen daha farklı biçimde. Şapkaları kendinle bütünleşmiş gibiydi.

Giysileri çok eski ve yıpranmış olmasa, büyük bir davete gittiğini bile düşünebilirdik, havasından, endamından.

Gözüne kestirdiği birilerinden, son derece kibar bir şekilde “ Yirmi beş kuruşun var mı şekerim?” diye para isterdi. Fazla para değil asla, sadece ama sadece“yirmi beş kuruş”. Fazlasını almazdı zaten.

O’nu tanıdığım dönemde, ilk okula başlamamıştım henüz.

Annemle sokağa çıktığımız her zaman, bir şekilde rastlardık O’na.
Cadıya benzetirdim çocuk gözlerimle, her an süpürgesine binip gidecekmiş gibi bir izlenim bırakırdı üzerimde. Yanımızdan geçip giderken, daha bir sıkı tutardım annemin elini.

Çocukken korkardım da, biraz büyümeye başlayınca çok sevmiştim O’nu.


1960’lı ve 1970’ li yıllarını, Kadıköy’ de Bahariye Caddesi, Altı yol ve Moda ‘da geçirenlerin çok iyi hatırlayacakları biriydi.

“Çayır Güzeli” ydi adı.

Birbirinden farklı hikayeler anlatılırdı O’nun için.

- Bir rivayete göre çok zengin bir ailenin kızıyken, çıkan bir yangın, nesi varsa alıp götürmüştü hayatından, akıl sağlığı da dahil.


- Başka bir rivayete göre, eşi pilotmuş, çok da severlermiş karı koca birbirlerini.Gel zaman git zaman, eşini bir uçak kazasında kaybetmiş. Toparlayamamış bir daha kendini.

- Atatürk’e aşık olduğunu, aşkına karşılık bulamadığından bu hallere düştüğünü söyleyenler bile vardı o zamanlar.


Sonra sonra, hayatını, yıkık dökük bir evde geçirdiğini, civardaki insanların verdiği yiyeceklerle karnını doyurduğunu, asıl adının Adalet olduğunu öğrendim.

Hakkında söylenen bu rivayetlerin hangisinin doğru olduğunu ise hiçbir zaman bilemedim.

70’li yılların sonu muydu, yoksa 80’li yıllar devam ederken miydi şimdi net olarak hatırlamıyorum, görünmez oldu “Çayır Güzeli”.

Öldü dediler.

Gerçekte kimdi, neydi, neler yaşadı da bu hale geldi; hiç birimiz öğrenemedik.

Yıllar sonra O’ndan geriye, süslü kıyafetleri, değişik şapkaları ve abartılı makyajının içine saklanmış hüzünlü kadın anıları kaldı.



5 Aralık 2008 Cuma

ESKİ FOTOĞRAFLAR

Yorgun, ağlamaktan gözleri şişmiş bir halde geldiği, çocukluğunun geçtiği evde, evin eşyalarına bakarken, bundan sonra hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını düşündü kadın.
Acımasızca ilerliyordu yıllar. Çocukluğu, genç kızlığı çoktan geride kalmıştı.
Aralarında çok fazla yaş farkı olmayan ikisi kız, biri erkek üç kardeştiler ve hepsi çoktan çoluk çocuğa karışmışlardı.
O gün hepsinin hayatlarında bir dönüm noktası yaşanıyordu; zaman durmuştu.

İçerideki kalabalığın hiçbir önemi yoktu gözünde, uğultu gibi geliyordu tüm sesler.
Acısı o kadar büyüktü ki konuşulanları bile anlayacak halde değildi.
Kalabalık ortasında tek başınaydı, suskundu.
Gözlerinden sessiz sessiz akan yaşlar, konuşmasına da engel oluyordu. Konuşmak da gelmiyordu zaten içinden.

Derken dua başladı.
Duayı okuyan hocanın davudi ses tonu biraz içini ferahlatıyordu hepsi o kadar. Bu dualar annesi içindi.
Sonunda bitti dua. Herkes yanına geldi, başsağlığı dileklerini kabul etti, taziyeye gelenler yavaş yavaş gitmeye başladılar. Şimdi çocukluğunun geçtiği evde anıları ile baş başaydı.

Birkaç yıl önce başlamıştı annesinin hastalıkları. Rutin doktor kontrolleri, düzenli ölçülen şeker ve tansiyonlar başlangıçta yaşam kalitesini arttırmayı sağlıyordu. Zaman geçtikçe daha da ilerledi şikayetleri annesinin.
Üç kardeş, hiçbir fedakarlıktan kaçınmadılar anneleri için.

Her ne yapılırsa yapılsın, o kaçınılmaz son onların da başına gelmişti işte. Artık yoktu annesi.
Cenaze evden çıkarken “ Götürmeyin annemi, bırakın “ diye ağladığını ne o sırada, ne de daha sonra hatırlamadı.

Herkes gittikten, ortalık biraz sakinleştikten sonra annesinin yatak odasına gitti.
Kenarları sedef işlemeli ahşap dolabını açtı. Annesinin gözü gibi sakladığı albümünü buldu, sayfaları karıştırmaya başladı.

Bayramlık kıyafetlerle çekilmiş 3 çocuğun fotoğrafını gördü. Başlarında beyaz kurdelesi ve bayramlıkları ile kendisi, kız kardeşi, kısa pantolonu ve gömleği ile erkek kardeşinden başkası değildi bu üç çocuk.

O bayram gününü hiç unutmamıştı.

“ O yıl babasının kronikleşen hastalığı uzunca bir aradan sonra yeniden tekrar etmişti.
O sırada annesi bayramda giysinler diye “bayramlık” giysi dikiyordu kızlarına ve küçük oğluna.
Dikişlerin bitmesine az kalmıştı ki babalarının hastaneye yatırılmasına karar verilmişti.
Annesi apar topar çocukları ablasının evine bırakmıştı ve üç gün sonra bayramdı.
Özeldi o zamanlar bayramlar. O zamanın çocukları için bayram yeni giysi, ütülü mendil ve şeker demekti. Bu sefer farklı bir bayram olacaktı. Biri 10, diğerleri 8 ve 4 yaşlarında üç çocuk annesiz, babasız, bayramlıklarını giymeden geçireceklerdi bu bayramı.

Bayram sabahı teyzeleri elinde büyük bir paketle yanlarına geldi çocukların. - “ Hadi bakalım, bunlar sizin; anneniz hastaneye giderken bıraktı bunları bayramda giyin diye” dedi.
Önce paketin içindeki beyaz kurdeleleri gördü 10 yaşındaki kız, sonra kardeşi ve kendisinin elbiselerini, erkek kardeşinin kısa pantolonunu, gömleğini ve hepsine alınmış yeni ayakkabılarını, temiz beyaz çoraplarını.

Anneleri o telaşın arasında bayramda çocuklarının boynu bükük kalmasın diye hazırlamıştı bayramlıklarını, “ Demek hastaneye yatmadan önce sabaha kadar bu yüzden uyumadı annem giysileri bitirmek için ,, diye düşündü kız.
Albümde gördüğü fotoğraf da o günün anısıydı. Babası iyileştikten sonra o giysileri yeniden giyip fotoğrafçıda çektirmişlerdi.”

Göz yaşlarını sildi kadın, odadan çıktı. Birkaç gün öncesini düşündü, annesini son gördüğü günü.
- “ Kızım, helal edin hakkınızı, çok uğraştınız benle “ demişti.
- “ O nasıl söz anneciğim, asıl sen helal et hakkını “ diyerek cevaplamıştı annesini.
Annesinin verdiği cevabı yıllar geçse de unutması mümkün olmadı :-“ Benim hakkım size hep helal yavrum,,

* * * * * * *

Annesi gideli 20 yıl oldu. Şimdilerde annesinin o zamanlar ki yaşlarına yaklaşmaya başladı.
Her yıl anneler günü geldiğinde, o özel günü nasıl geçireceğini bilemedi.
O zamandan bu güne her yıl anneler günü kutlanırken acısını kimse dindiremedi.
Çocukları ve en sevdiği torunları bile deva olamadılar kalbindeki durup durup kanayan yaraya.
Annesiz kalmanın yaşı olmazmış, anladı.
Annesini hiç unutamadı.

* * * * * * *

Not: Anneanneciğim, 20 yıl önce bu ay gitmiştin.
Gördüğün gibi, çocukların da torunların da seni unutmadılar.

Ölüm yok anneanne, ölünmüyor.

Sen bizimlesin her zaman, farkındasındır belki sen de gittiğin yerlerden bizi izlerken.

Taşıdığımız genlerdesin,- en sevdiğin torunlarından birinin sen gittikten on üç yıl sonra doğan kızı sana çok benziyor-

Yaptığımız yemeğin tadında senin yemeklerinin tadını ararken bizimlesin.

Çilek, kayısı, vişne reçeli kokusu, fesleğen ve taze nane kokusu hep hatırlatır seni.
Onlar olmasa, anılar, eski fotoğraflar rahat bırakmaz bizi.

Ölüm yok anneanne, ölünmüyor.

ESKİ FOTOĞRAFLAR






Yorgun, ağlamaktan gözleri şişmiş bir halde geldiği, çocukluğunun geçtiği evde, evin eşyalarına bakarken, bundan sonra hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını düşündü kadın.
Acımasızca ilerliyordu yıllar. Çocukluğu, genç kızlığı çoktan geride kalmıştı.
Aralarında çok fazla yaş farkı olmayan ikisi kız, biri erkek üç kardeştiler ve hepsi çoktan çoluk çocuğa karışmışlardı.
O gün hepsinin hayatlarında bir dönüm noktası yaşanıyordu; zaman durmuştu.

İçerideki kalabalığın hiçbir önemi yoktu gözünde, uğultu gibi geliyordu tüm sesler.
Acısı o kadar büyüktü ki konuşulanları bile anlayacak halde değildi.
Kalabalık ortasında tek başınaydı, suskundu.
Gözlerinden sessiz sessiz akan yaşlar, konuşmasına da engel oluyordu. Konuşmak da gelmiyordu zaten içinden.

Derken dua başladı.
Duayı okuyan hocanın davudi ses tonu biraz içini ferahlatıyordu hepsi o kadar. Bu dualar annesi içindi.
Sonunda bitti dua. Herkes yanına geldi, başsağlığı dileklerini kabul etti, taziyeye gelenler yavaş yavaş gitmeye başladılar. Şimdi çocukluğunun geçtiği evde anıları ile baş başaydı.

Birkaç yıl önce başlamıştı annesinin hastalıkları. Rutin doktor kontrolleri, düzenli ölçülen şeker ve tansiyonlar başlangıçta yaşam kalitesini arttırmayı sağlıyordu. Zaman geçtikçe daha da ilerledi şikayetleri annesinin.
Üç kardeş, hiçbir fedakarlıktan kaçınmadılar anneleri için.

Her ne yapılırsa yapılsın, o kaçınılmaz son onların da başına gelmişti işte. Artık yoktu annesi.
Cenaze evden çıkarken “ Götürmeyin annemi, bırakın “ diye ağladığını ne o sırada, ne de daha sonra hatırlamadı.

Herkes gittikten, ortalık biraz sakinleştikten sonra annesinin yatak odasına gitti.
Kenarları sedef işlemeli ahşap dolabını açtı. Annesinin gözü gibi sakladığı albümünü buldu, sayfaları karıştırmaya başladı.

Bayramlık kıyafetlerle çekilmiş 3 çocuğun fotoğrafını gördü. Başlarında beyaz kurdelesi ve bayramlıkları ile kendisi, kız kardeşi, kısa pantolonu ve gömleği ile erkek kardeşinden başkası değildi bu üç çocuk.

O bayram gününü hiç unutmamıştı.

“ O yıl babasının kronikleşen hastalığı uzunca bir aradan sonra yeniden tekrar etmişti.
O sırada annesi bayramda giysinler diye “bayramlık” giysi dikiyordu kızlarına ve küçük oğluna.
Dikişlerin bitmesine az kalmıştı ki babalarının hastaneye yatırılmasına karar verilmişti.
Annesi apar topar çocukları ablasının evine bırakmıştı ve üç gün sonra bayramdı.
Özeldi o zamanlar bayramlar. O zamanın çocukları için bayram yeni giysi, ütülü mendil ve şeker demekti. Bu sefer farklı bir bayram olacaktı. Biri 10, diğerleri 8 ve 4 yaşlarında üç çocuk annesiz, babasız, bayramlıklarını giymeden geçireceklerdi bu bayramı.

Bayram sabahı teyzeleri elinde büyük bir paketle yanlarına geldi çocukların. - “ Hadi bakalım, bunlar sizin; anneniz hastaneye giderken bıraktı bunları bayramda giyin diye” dedi.
Önce paketin içindeki beyaz kurdeleleri gördü 10 yaşındaki kız, sonra kardeşi ve kendisinin elbiselerini, erkek kardeşinin kısa pantolonunu, gömleğini ve hepsine alınmış yeni ayakkabılarını, temiz beyaz çoraplarını.

Anneleri o telaşın arasında bayramda çocuklarının boynu bükük kalmasın diye hazırlamıştı bayramlıklarını, “ Demek hastaneye yatmadan önce sabaha kadar bu yüzden uyumadı annem giysileri bitirmek için ,, diye düşündü kız.
Albümde gördüğü fotoğraf da o günün anısıydı. Babası iyileştikten sonra o giysileri yeniden giyip fotoğrafçıda çektirmişlerdi.”

Göz yaşlarını sildi kadın, odadan çıktı. Birkaç gün öncesini düşündü, annesini son gördüğü günü.
- “ Kızım, helal edin hakkınızı, çok uğraştınız benle “ demişti.
- “ O nasıl söz anneciğim, asıl sen helal et hakkını “ diyerek cevaplamıştı annesini.
Annesinin verdiği cevabı yıllar geçse de unutması mümkün olmadı :-“ Benim hakkım size hep helal yavrum,,

* * * * * * *

Annesi gideli 20 yıl oldu. Şimdilerde annesinin o zamanlar ki yaşlarına yaklaşmaya başladı.
Her yıl anneler günü geldiğinde, o özel günü nasıl geçireceğini bilemedi.
O zamandan bu güne her yıl anneler günü kutlanırken acısını kimse dindiremedi.
Çocukları ve en sevdiği torunları bile deva olamadılar kalbindeki durup durup kanayan yaraya.
Annesiz kalmanın yaşı olmazmış, anladı.
Annesini hiç unutamadı.

* * * * * * *

Not: Anneanneciğim, 20 yıl önce bu ay gitmiştin.
Gördüğün gibi, çocukların da torunların da seni unutmadılar.
Ölüm yok anneanne, ölünmüyor.
Sen bizimlesin her zaman, farkındasındır belki sen de gittiğin yerlerden bizi izlerken.

Taşıdığımız genlerdesin,- en sevdiğin torunlarından birinin sen gittikten on üç yıl sonra doğan kızı sana çok benziyor-
Yaptığımız yemeğin tadında senin yemeklerinin tadını ararken bizimlesin.
Çilek, kayısı, vişne reçeli kokusu, fesleğen ve taze nane kokusu hep hatırlatır seni.
Onlar olmasa, anılar, eski fotoğraflar rahat bırakmaz bizi.

Ölüm yok anneanne, ölünmüyor.

2 Aralık 2008 Salı

"Eylül" ün düşündürdükleri

Blog sayfalarında gördüğüm en keyifli oyun bence.

“Beenmaya”nın sayfasında gördüm ilkin, sonra “Aydan atlayan kedi” ve “Nily”de.
Çıkış kaynağı tam olarak kime ait, ilham perisi kim bilemedim bu keyifli oyunun.

Ben de oynamak istedim kendimce.

Oyunun kuralları mı çok basit :

* Kendinize en yakın kitabı alın.
* Sayfa 56yı açın. Beşinci cümleyi bulun.
* Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlayın.
* En sevdiğiniz, en moda kitabı seçmeyin, en yakınınızdakini alın.
“ Hayatlarını daha güzel ve düzenli hale getirmeye uğraştığı için pek çok çalışarak yoruluyordu.”

 

Kendime baktım da bu cümleyi okuyunca; benim koşuşturmalarım hep şu yönde:

- Aman çocuğun okul zamanı,
- Ders çalışması gerek
- Dün akşam yine öksürdü mü bu oğlan?
- Annemin ilaçları bitmiş,
- Babamın doktor kontrolü yaklaşmış, randevu almak lazım,
- Temizlik yapmam lazım,
- Akşama ne pişirsem?
- ….
- ….
- ….

Uğraşmalarımız, günlük hayatın içindeki koşuşturmalarımız hayatlarımızı daha güzel ve düzenli hale getirmek için mi gerçekten?

Yoksa gündelik yaşamın rutin akışına mı kaptırdık kendimizi?

Peki bu kadar koşuşturma ve bu kadar uğraşmaların yanında, ya bizim beklentilerimiz ne olacak?

Kendimizi ne zaman yaşayacağız?
Sahi, ben kendim için ne yapıyorum????
*****
Bu güzel mim için, mimin çıkış kaynağı olan arkadaşıma ve sayfalarında bu mimi gördüğüm Nily, Sln, Beenmaya, Aydan atlayan Kedi, hızla koşarken fren basıp durmama neden olduğunuz için hepinize çok teşekkür ederim.

Not: Elimin altındaki ilk kitaptı “ Eylül ”
Türk Edebiyatı’nın ilk psikolojik romanlarından biri.
Konusu ile benim yazımın konusunun hiçbir ilgisi yok bu arada.
Eylül’ü ayrıca bir başka yazımda anlatmayı düşünüyorum.
Kitap Resmi: http://www.kitapblog.org/154/yazarlar/mehmet-rauf/eylul-mehmet-rauf.html

"Eylül" ün düşündürdükleri



Blog sayfalarında gördüğüm en keyifli oyun bence.

“Beenmaya”nın sayfasında gördüm ilkin, sonra “Aydan atlayan kedi” ve “Nily”de.
Çıkış kaynağı tam olarak kime ait, ilham perisi kim bilemedim bu keyifli oyunun.
Ben de oynamak istedim kendimce.

Oyunun kuralları mı çok basit :

* Kendinize en yakın kitabı alın.
* Sayfa 56yı açın. Beşinci cümleyi bulun.
* Cümleyi bu kurallar ile birlikte yayınlayın.
* En sevdiğiniz, en moda kitabı seçmeyin, en yakınınızdakini alın.


Hayatlarını daha güzel ve düzenli hale getirmeye uğraştığı için pek çok çalışarak yoruluyordu.”



Kendime baktım da bu cümleyi okuyunca; benim koşuşturmalarım hep şu yönde:
- Aman çocuğun okul zamanı,
- Ders çalışması gerek
- Dün akşam yine öksürdü mü bu oğlan?
- Annemin ilaçları bitmiş,
- Babamın doktor kontrolü yaklaşmış, randevu almak lazım,
- Temizlik yapmam lazım,
- Akşama ne pişirsem?
- ….
- ….
- ….

Uğraşmalarımız, günlük hayatın içindeki koşuşturmalarımız hayatlarımızı daha güzel ve düzenli hale getirmek için mi gerçekten?

Yoksa gündelik yaşamın rutin akışına mı kaptırdık kendimizi?

Peki bu kadar koşuşturma ve bu kadar uğraşmaların yanında, ya bizim beklentilerimiz ne olacak?

Kendimizi ne zaman yaşayacağız?
Sahi, ben kendim için ne yapıyorum????

*****
Bu güzel mim için, mimin çıkış kaynağı olan arkadaşıma ve sayfalarında bu mimi gördüğüm Nily, Sln, Beenmaya, Aydan atlayan Kedi, hızla koşarken fren basıp durmama neden olduğunuz için hepinize çok teşekkür ederim.

Not: Elimin altındaki ilk kitaptı “ Eylül ”
Türk Edebiyatı’nın ilk psikolojik romanlarından biri.
Konusu ile benim yazımın konusunun hiçbir ilgisi yok bu arada.
Eylül’ü ayrıca bir başka yazımda anlatmayı düşünüyorum.