27 Ocak 2010 Çarşamba

FALCI !

coffee_by_emolawn

Onlar apartmanımızın üst katlarındaki dairelerden birinde oturan üç öğrenci genç kızdı.

Hepsiyle de günün muhtelif zamanlarında ya asansörde ya da kapı önünde karşılaşırdık.
Aramızda geçen konuşmalar karşılıklı hal hatır sormak ve iyi günler dilemenin ötesine geçmemişti o güne kadar.

O gün, asansörde kızlardan biriyle karşılaştım.
Gözleri kıpkırmızıydı, belli ki ağlamıştı.

Bana -“ Buralarda bildiğiniz bir falcı var mı ?” diye sordu.

Şaşırdım.

Durup dururken böyle bir soru sorduğuna göre, hayatında yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.
“- Yok!” diye yanıtladım onu ve devam ettim.
“- Fala pek inanmam ben?”

Şaşırma sırası ona gelmişti.

Göz pınarlarında biriken yaşlara engel olmaya çalışarak anlatmaya başladı:

Hayatında hiçbir şey yolunda gitmiyormuş...

Üniversite öğrencisiymiş, sevmediği bir bölümde okuyormuş, okulda bir sevgilisi olmuş, sonra bir gün sevgilisinin evine habersiz gittiğinde onu evde başka bir kızla yakalamış.
Çok üzülmüş, hiçbir şey yiyip içemiyormuş, çok acı çekiyormuş. Dolayısı ile okuldaki sınavları da berbat geçmiş, zaten okuduğu bölüme de alışamamış bir türlü.

Bu durumda o da geleceğini öğrenmek için falcı arıyormuş, çok çaresizmiş !!

Samimiyetimin olmadığı, sadece gördüğüm zamanlarda selamlaştığım bir kız bana bunları ayak üstü anlattığına göre bende Güzin Abla tipi var diye düşündüm.

Böyle bir durumla ilk kez karşılaşıyordum.

Ona falcının da sonuçta bizim gibi insan olduğunu, kimsenin geleceğini bir başkasının bilmesinin aslında mümkün olmadığını anlatmaya çalıştım.

Beni dinlemediğini fark ettim çünkü o falcı konusunda ısrarlıydı.

- “Aslında kendi kendinin falcısı sensin” dedim ona.

- “Neden?” diye sordu.

- “Bu günkü tercihlerin her zaman geleceğini belirleyecek de ondan, bu gün neyi seçtiysen gelecekte bugün tercih ettiklerini yaşayacaksın” diye yanıtladım onu ve devam ettim;

- “Sevgilinin kaçamağını affedip, aşkına yenik düşüp onunla evlensen bile, gelecekte eşinin bu tür kaçamaklarını yakalama olasılığın yüksek olacak; üstelik sevmediğin bir bölümde okuyor olman da gelecekte sevmediğin bir iş yapmana, tüm bunlar da mutsuz olmana neden olacak”

“ Kendi yeteneklerinin ve yapmak istediklerinin farkına var.
En önemlisi kendi değerinin farkına var, geleceğini kendin şekillendir, gör bak o zaman falcıya falan gerek kalmayacak” dedim.

Bir şeyler söylemek istedi, nazikçe acelem olduğunu söyleyerek ve iyi günler dileyerek ayrıldım yanından.

Dilerim kendini bulması için az da olsa katkım olmuştur.
Dilerim sağda solda falcı aramaktan kurtulmuştur.

25 Ocak 2010 Pazartesi

"BEN"Lİ MİM

ssa41479

Ben de tam bunu düşünüyordum.

Kendimi anlatmayı, tuhaf dediğim hallerimi ya da bana öyle gelen hallerimi.

Bir türlü klavye ile buluşamıyor bu günlerde parmaklarım.

İzlediğim filmleri, okuduğum kitapları bile paylaşamaz oldum.

Sözü çok uzatmayayım, Leylak Dalı Nurşen’ciğimin taa Ankara’dan gelen mimi bana destek oldu bu konuda.

İşte ben, huzurlarınızda “ Ben” li mim :))

1- Makyaj, ruj ve parfüm takıntılıyım. bu durum – özellikle ruj- abartı ve takıntı durumlarını çoktan aştı, psikiyatri konusuna girmek üzerestrong>
2- Bağımlıyım, evet yanlış okumadınız ben bir bağımlıyım. İflah olmaz bir kitap bağımlısıyım. Kurtulamıyorum bu bağımlılıktan laf aramızda kurtulmaya da pek niyetli değilim.
3- Acaip bir anneyim. Fazla korumacı, çocuğun her şeyini kafaya takan bu konuda oğlundan farkında olmadan hayat dersleri alan bir anne. Gerçekten oğlum bu huyumu kendi farkında olmadan törpülüyor, bu da ayrı bir sonraki yazımın konusu olsun.
4- Hiç titiz değilim. Temizliği, düzeni çok severim ama bir yere kadar. Temizlik, titizlik uğruna kendini de etrafındakileri de kasan tipler vardır ya onlardan ol-a-madım hiç.
5- Kırtasiye delisiyim. Oğluma kalem vb. kırtasiye ürünleri almak için gittiğim kırtasiye dükkanından hâlâ kendime de bir şeyler almaya bayılıyorum.
6- Mutfaktan hiç çıkmak istemem. Özellikle kendi tariflerimi uydurup yapmaya bayılıyorum.
Şimdi sırada beyaz çikolata soslu, böğürtlenli pasta tarifi var. Bakalım becerebilecek miyim? ( Tabii çok profesyonel değil kendi çapımda. Bunun neresi tuhaf diyebilirsiniz, e hazır tarife bakıp pasta yapmak varken, ya da hazır pasta yemek varken, kendi kendine pasta uydurmak biraz tuhaf görünüyor gözüme )
7- Çok konuşurum, susmayı bilirim de; bazen dilime söz geçiremem. Geçen yıl oğlum ana sınıfındayken yeni yeni velilerle tanışıyorduk, erkek öğrencilerden birini çok ama çok yaşlı bir adam okuldan alıyordu. Bir gün bu bey ile çocukları alırken yine karşılaştık. Selamlaştık.

Kapıda çocukların çıkmasını bekliyoruz ben de laf olsun diye : - “ Siz O.’nun dedesi misiniz?” diye sordum, beyefendi nezaketle karışık sinirle -“ Hayır babasıyım!! “ diye yanıtladı beni . ( Sus değil mi a kadın sana mı kaldı, çocuğun babasını dedesini sormak?)
8- Çok sakarımdır. Evi boyamaya gelen boyacıların boya kovasına karpuz düşürmüşlüğüm vardır.

Gerisini hiç anlatmayayım.

Zaten Nurşen’ciğim 7 özellik demiş, gördüğünüz gibi ben sabaha kadar yazıp bu maddeleri üç haneli rakamlara kadar götürebilirim.

Neyse işte ben buyum
Kendimi ve sizi seviyorum.

Bu mimi, “Aydan atlayan kedi”, “ Cadılar kampı” nın güzel sahibi Belgin ve “ Yaşamın kıyısında “ Nur’cuğuma gönderiyorum.

21 Ocak 2010 Perşembe

DEPREM, OYUNCAK VE GEA

gea20logo
Geçen hafta Haiti’de yaşanan depremin yankıları hâlâ dünya gündemini meşgul ediyor.

Türk Halkı ve Türk Basını Marmara Depremi’nin izlerini unutmadığından Haiti’de yaşanan deprem felaketi konusunda oldukça duyarlı.

Yaşanan deprem felaketinin gelecek günlerde pek çok ülkeyi etkileyeceği var sayımlar arasında yer alıyor.

Deprem Haiti’nin üzerine kabus gibi çökmüşken, ülkede güzel şeyler de yaşanıyor.

Geçtiğimiz günlerde bir alışveriş merkezi enkazının içinden kurtarılan iki kadın umut kaynağı oldu.

Enkaz altındaki kadınları kurtaran ekibin Türkiye’den olması gurur verici.

Bu ekip, GEA adlı arama, kurtarma, ekoloji grubu. GEA’nın İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Van gibi çeşitli illerde şubeleri var.

1994 yılında Yeni Yüksektepe Kültür Derneği üyeleri tarafından kurulan GEA, felsefenin günlük hayat içindeki önemine inanarak, kurulduğu tarihten bu güne kadar arama, kurtarma, ekoloji ve yardım kampanyaları alanında başarılı çalışmalar yapıyor.

Deprem riski taşıyan 22 ülkede, felaket durumunda ülkede yaşayanlara destek olmak için, bölge hakkında bilgi alarak arama kurtarma çalışmalarına da katkıda bulunuyor.

Bu amaçla, resmi sivil savunma ekipleri ve sivil toplum kuruluşlarıyla acil durum işbirliği protokolleri ve iletişim anlaşmaları düzenliyor.

GEA’ nın çalışmaları sadece arama ve kurtarma ile sınırlı değil.
Bir başka ses getiren çalışması da, çocuklarımızın artık oynamaktan vazgeçtikleri oyuncaklarını “ Yalnız Arkadaşlara Yeni Oyuncaklar” sloganıyla, oyuncak özlemi çeken çocuklarla buluşturması.

Gönüllü Üyelerin desteği ile GEA’ya ulaşan 12543 adet oyuncak, Adana ve Mersin’deki 5583 ana okulu ve ilköğretim okulu öğrencilerine, oyuncak sahibi çocukların küçük iletileri eşliğinde ulaştırılmış.

GEA bir kısaltma değil; bütün mitolojilerde, yaşamın ve bereketin kaynağı “ Toprak Ana” anlamına geliyor.

Derneğin ilkelerinden özellikle iki tanesi çok önemli;
- Din, dil, cins, ırk, sosyal statü ayrımı gözetmeksizin ihtiyacı olan ve afetlerden etkilenmiş kişilere yardım etmek,
- Bu yardımları insanın doğanın bir parçası olduğu gerçeğini unutmadan yapmak.


Ulus olarak el ele vermemiz gereken dönemlerden geçerken, vatandaşlık bilinciyle hareket eden gönüllülerden oluşan GEA’nın faaliyetleri, hayatlarımıza gün ışığı aydınlığında giriyor.

17 Ocak 2010 Pazar

ALDATILDIK

4e51f72e5b8f442a19a0566671988424

Çok televizyon izleyen biri değilim ben.

Bu güne kadar izlediğim dizilerin sayısı bir elin parmaklarını bile geçmez.
Hele gün içinde mümkün değil izlemem televizyonu. Sürekli koşuşturma halindeyken nasıl izleyebilirim ki?

Doğduğum yıl kurulmuş TRT, aynı yaştayız onunla, hatta ben ay farkıyla büyüğüm TRT’ den.

Nedeni bu olabilir mi? Çocukluğumun televizyonsuz geçmiş olması, evimize ilk televizyonun geç girmesi olabilir mi ?

Bilmiyorum.

Neyse zaten konumuz da bu değil.

Geçen gün evdeydim ya televizyon kanallarını şöyle bir karıştırayım, ne var ne yok bakayım dedim.

Kanalların birinde, bana göre sıradan kadın programlarından biri vardı ve bir adam konuktu programa, ki sanırım medya mensubuymuş kendisi; erkeğin iki eşli hallerinin doğallığından söz ediyordu.

Bir başka erkek konuk, bunun kendi başından da geçtiğini ama yanlış yaptığını anlatmaya çalışırken, adı geçen adam hâlâ iki eşli hayatın güzelliklerinden ve nimetlerinden ahkam kesmeye devam ediyordu.

Daha fazla dayanamayarak televizyonu kapattım.

Müzik, radyo ve cd ile dolu hayatıma geri döndüm.

( Bu arada 120 kelime oldu hâlâ konuya gelemedim :))

Neyse, akşam dersten geldim.

Oğlum uyudu. Sınav sorusu hazırlamak için bilgisayarın başına oturdum, televizyon açık tabii veee muhteşem dizi Yaprak Dökümü var.

Yaprak Dökümü’nde hain kadın Ferhunde ile eski eş Şevket yeniden flört halindeler.
Şaştım!
Şevket sonra hiçbir şey olmamış gibi İspanya’daki sevgilisi Sedef’i aradı ve ben sinirden kanal değiştirdim.

Dün gece de “Bu Kalp Seni Unutur mu?” yu izlerken aynı duyguları yaşadım.
Cemile evli ama başkasına aşık. Hadi olabilir diyelim ( demeyelim aslında ama diyoruz işte ) eşinden boşanmadan hamile kalmasının adı ne?

Aşkı Memnu’ya hiç girmek istemiyorum çünkü o da Yaprak Dökümü gibi maksadını çoktan aştı.

Yalan ve aldatma üzerine kurulu ilişkiler ne kadar sağlıklı olur?

Reyting uğruna dizilerin senaryosu neden bu kadar bayağılaşıyor?

Hadi ben dizi meraklısı değilim ama bu diziler için zamanla yarışanlar var.

Zaten çökmekte olan ahlak anlayışını bu şeklide senaryolarla neden körüklüyor acaba bu diziler?

İşte yazımın konusu, hatta sorusu bu?

İHANET VE ALDATMAKLA NEDEN BU KADAR İÇ İÇE YAŞAR OLDUK?

Bu diziler bu kadar “reyting” aldığına göre, sanırım bende tuhaflık var.

13 Ocak 2010 Çarşamba

EVDE TEK BAŞIMA

imagesBu günü kendime ayırdım.

Birkaç gündür çeşitli bahanelerle sürekli dışarıdaydım.

Alış veriş, hastalık, ilaç, eczane derken galiba epey koşturmuşum ki yorulduğumu hissettim.

Kendi kendime bu gün evden çıkmama kararı aldım. Sabahtan beri evde tek başımayım.

Uzun zamandır hiç olmadığım kadar ev kadını hallerimdeyim.
Bu günüm, evi toparlamak, kuruyan çamaşırları toplamak ve onları ütülemek bir de yemek yapmakla geçti.

Arada elbette kitabımı ve günlük gazetelerimi de okudum.
Sabahtan beri dersimin olmaması da bir avantajdı benim için.

Havanın soğuk ve kapalı olmasından mı yoksa ev hallerine alışmış olmaktan mı bilmiyorum, örgü örmek istiyorum. Oğlum doğduğundan beri hiçbir şey örmüyorum.
Nerdeyse yedi yıl geçmiş üzerinden; örgüye kendime bir şal veya oğluma bir süveter örerek başlayabilirim mesela.

Az önce ev eriştesi pişirdim. Ev yapımı her şey çok farklı oluyor.
Bir de ezogelin çorbası.

Evdeki yemek kokusunu çok seviyorum.

Bu gün evdeki tek başıma hallerim beni pek memnun etti.

Şimdi dışarı çıkıp kendime yün alayım bari. Örgü isteğim içimde kalmasın.

6 Ocak 2010 Çarşamba

BİR DOĞUM GÜNÜ HİKAYESİ

resim-079

Genç kadın doktordan aldığı haber karşısında şaşkına dönmüştü.
Vücudunun tir tir titremesine ve gözlerindeki yaşlara engel olamıyordu.

Keşke tek başıma gelmeseydim doktora diye düşündü.

Heyecanını yenmeye çalışarak, postanenin yolunu tuttu.

Az sonra annesine göndereceği telgraf metni hazırdı ve çok kısaydı:
“ Anneciğim STOP, hamileyim STOP, sana çok ihtiyacım var STOP.”

Telgrafın ucundaki anne, telgrafı alır almaz küçük bir çantayla kızının yaşadığı şehre doğru yola çıkmış, bu arada kadın da bu haberi çoktan göz yaşları içinde, eşine, kız kardeşine ve en yakın arkadaşına vermişti.

12. yılındaydı evliliğinin.

Çok istemesine rağmen ilk 6 yıl çocuğu olmamıştı.

Evliliğinin 6. yılının sonunda hamile kalmış ancak bebek karnında tamamen doktor hatasından 7 aylıkken ölmüştü.

Karnında kıpır kıpır hareket eden bebeğin hareketleri 7. ayın ortalarında doktorun ısrarı üzerine çekilen röntgen sonucu durmuştu. Kısa bir süre sonra da ölen bebeği doğum yaptırarak anneden almışlardı.
O anı; dünyaya ölü olarak getirdiği erkek bebeğini hiç unutamamıştı.

Şimdi, kaybettiği bebeğinin acısını yüreğine gömmüşken ve artık anne olmaktan bile umudunu kesmişken 6 yıl aradan sonra tekrar bebeği olacaktı.

Eşinin işi nedeniyle, yaşadıkları denize kıyısı olan şehirden ortasından deniz geçen bir başka şehire “İstanbul”a taşınmaları gerekiyordu.

Takvimler ilk yaz aylarını gösteriyordu ve her şey yolunda giderse bebek yeni yıl bebeği olacaktı.

Taşınma işlemleri yapılırken genç kadın hiçbir şeye dokunmadı.
Eşi, annesi ve yeni taşındıkları mahalledeki komşu aile hep bir elden yeni evlerini yerleştirdiler.

Sıra iyi bir doktor bulmaya gelmişti.

Bir süre sonra doktoru da buldular.
Doktor genç kadını muayene etti ve ilk gözüne çarpan konuyla ilgili sorusunu sordu :

“- Kızım sen neden ellerin karnında geziyorsun?”
( Kadın, özellikle bebek karnında büyüdükçe iki eliyle karnını tutarak yürüyor ve bunu istem dışı olarak yapıyordu.)

Kadının yanıtı kesin ve kendinden çok emindi:
- “ Bebeğim düşmesin diye doktor bey. Bunu da kaybedersem yaşayamam.”

Doktorun yanıtı ise hamilelik dönemi boyunca genç kadını motive edecekti :

-“ Bebeğin durumu gayet iyi kızım, endişe etmeni gerektirecek bir şey yok. Ayrıca unutma ki bebek anne karnına pamuk ipliği ile bağlı değildir. Bu şekilde davrandıkça kendine ve bebeğine daha çok zarar verirsin.”



Bu konuşmanın üzerinden bir kaç ay daha geçti.

Hamilelik dönemi hızla ilerliyordu.
Yaz çoktan bitmiş, sonbahar yağmurları yerini kar ayazına bırakmıştı.
Henüz kimse bilmiyordu ama İstanbul tarihe yazılacak bir kış geçirmeye hazırlanıyordu.

Son kontrolüne gittiğinde doktor :

- “ Yılbaşı gecesinden itibaren dikkatli ol, bebek her an gelebilir. Ben o sırada yurt dışında kongrede olacağım, doğumu asistanım yaptıracak “ dedi.

Genç kadın, “asistan” kelimesini duyunca irkildi, - Ya ters giden bir şey olursa? Doktorum da olmayacak, asistanın ellerinde ne yaparım?- diye düşündü. Oysa o “asistan” birkaç yıl içinde İstanbul’da sayılı kadın doğum hekimlerinden biri olacaktı, bunu da henüz kimse bilmiyordu.

Yılbaşı gecesini sakin geçirdiler. Anlaşılan bebeğin keyfi yerindeydi. Belki de dışarıdaki soğuğun bebek de farkındaydı, bu nedenle annesinin içinde bulduğu sıcak, sakin, huzurlu ortamı terk etmeye niyeti yoktu.

Yılbaşından beri kar yağışı hiç dinmemiş, karlar diz boyuna ulaşmıştı.

Kadın, yeni yılın ilk cumartesi sabahı şiddetli bir sancıyla uyandı, bebeğin dünyaya geliş süreci başlamıştı.

Eşi işe gitmişti. Evde annesinden başka kimse yoktu.
Anne kız apar topar, adı yıllarca sürgün hayatı yüzünden birbirinden ayrı düşmüş bir çiftin kurmuş olduğu ve kendi isimlerini verdikleri Anadolu Yakası’ndaki çocuk ve doğum hastanesine gittiler.

Anneyi sabah 10:00’da doğum odasına aldılar.
Üzerinden saatler geçti. Öğlen oldu, akşam üzeri oldu …

Doğum gerçekleşemiyordu.

“Ya bu bebeğimi de kaybediyorsam ?” diye endişe duymaya başladı genç kadın ve bir anda aklına gelen düşünceyle irkildi

: -“ Eyvah, bu da öldü karnımda ve bana söylemiyorlar” dedi kendi kendine, birkaç saat daha böylece stres içinde beklemekle geçti.

Nihayet, akşam saat sekiz sularında, tekrar inanılmaz bir sancı ile kıvranmaya başladı.
Bir kere daha doğum odasına aldılar genç kadını, “asistan” doktor ve hemşireler başına toplandılar, doğum şimdi başlamıştı.

***

Genç kadın, bebeğinin dünyaya gelişinin her anını kare kare aklına yazdı ve hiç unut-a-madı.

Doktor bebeği aldı, göbek bağını kesti, bebeğin poposuna vurdu ve genç kadın bebeğinin ilk çığlıklarını duydu.

Bebeğin ilk çığlıkları ile annenin göz yaşları birbirine karışmıştı.

Doğum odasında, genç kadının bir önceki talihsiz doğum hikayesini bilen doğum ekibi, dışarıda bebeğin işten izin alarak hastaneye koşan babası, anneannesi, teyzesi, İstanbul’a taşındıklarında kendilerine kol kanat geren bu vesile ile sağlam bir dostluk kurdukları komşu aile ve bebeğin çığlığını duyan herkes sevinçten ağlıyordu.

Yıllar sonra gelen bebek ölmemişti. Biraz tembellik etmişti hepsi o.


Bu gün o bebeğin doğum günü.

Bebek artık büyüdü, hatta doğumunun üzerinden 42 yıl geçti ve şu an bu satırları yazıyor.


Bu da böyle bir doğum günü hikayesi işte.

42 yaşımı doldurduğum bu gün bu yazım, kendime doğum günü hediyem olsun.