Geçtiğimiz günlerde bir araya geldiğimiz arkadaşım S, ben deliler gibi bulunduğumuz yerin fotoğraflarını çekerken, elimdeki dijital fotoğraf makinesine bakarak eski fotoğraf makinelerini özlediğini söyledi.
S’nin eskiye özlem dolu yaşadığını bildiğimden söylediklerine hiç şaşırmadım.
Nedenini anlattı sonra.
36 pozluk filmi makineye takmayı özlemiş.
Resimleri çekip, pozları bitirdikten sonra fotoğrafçıya götürüp tab ettirmeyi, sonra da “acaba güzel çıkmış mı?” diye merakla beklemeyi özlemiş.
Değişik geldi bana S’nin özlemi.
Yeniliğe her koşulda açık olan biri olarak eski fotoğraf makinelerine hiç de özlem duymadığımı söyledim ona.
Şimdi istediğim kadar fotoğraf çekip, bilgisayarda fotoğraf üzerinde dilediğim gibi oynayabiliyordum ve bu çok şahane bir durumdu benim için, mükemmel bir yenilikti.
Bunları S’ ye anlattığımda, benim bilgisayar bağımlısı olduğumu söyledi bana.
Onun bilgisayar başında geçirecek fazla zamanı yokmuş, hiç de böyle şeylerle uğraşamazmış, hem zaten o gezmeyi severmiş fotoğraf çekmeyi değil.
Baktım ki S kendini haklı çıkartmaya çalışıyor, seslenmedim ben de.
Üzerinden bir hafta geçti. S aradı beni.
Hafta sonu iş yerindeki arkadaşları ile, geziye gidiyorlarmış beni de davet etti.
Hafta sonu çalıştığım için geziye gidemeyeceğimi söyledim ona.
Geçen haftaki konuşmamızı unutmamış olmalı ki bana, - “ Farkında mısın? Sen hayatın kıyısında yaşıyorsun” dedi.
- “ Ne demek bu? “ diye sordum .
- “ İki tür yaşanır hayat dedi, ya hayatın içindesindir ya da kıyısında, sen kıyısında kalıp olan biteni izliyorsun, bak ben tam da içindeyim hayatın. Geziyorum, doya doya yaşıyorum. Üstelik sen sürekli kitap okuma halindesin, kendini dış dünyaya kapatmışsın işte bu yüzden hep kıyısındasın hayatın “ diyerek devam etti.
O’na sorumluluklarımdan, hafta sonu çalışmamı gerektirecek bir işim olduğundan söz etmeye çalıştım, kitap okumanın insanı hayatın dışına itecek bir şey olmadığını hatta yaşam biçimi olduğunu da anlatmaya çalıştım; beni dinlemedi bile…
Biraz kırılmıştım S’ye ama söyledikleri de aklıma takılmıştı.
Birkaç gün sonra dert ortağım, can arkadaşım C ile konuştuk bunları. Biraz da S’nin dedikodusunu yaptık ne yalan söyleyeyim.
Her zaman olduğu gibi C yine rahatlattı beni.
- “Görmek ve bakmak diye bir şey vardır bilir misin? “diye başladı söze.
İşte budur seni hayatın içine alan, ya da kıyısına iten.
- " Eğer nefes aldığının farkındaysan, sabah güneşi seni rahatsız edip gözlerini kamaştırmıyorsa, balkonuna yuva yapan kumrunun telaşına ortak olabiliyorsan, yaşadığın şehirdeki her bir çiçeğin kokusunu ciğerlerine çekebiliyorsan, sen zaten hayatın tam da içindesindir “ dedi.
- “Görmek ve bakmak. Bütün sihir bu ikisinde unutma ! ” diye ekledi.
Vedalaştık C ile.
C ’nin iyi ki hayatımda olduğunu düşünerek eve geldim.
Günlerdir bu yazıyı yazmak ve yayınlamak için zaman bulamadığımı fark ettim sonra. Çok da bilgisayar bağımlısı değildim demek ki !!
En sonunda bu gün yazabildim işte.
Gerçekten ben neresindeydim hayatın?
İçinde mi, kıyısında mı?