29 Ocak 2009 Perşembe

“AŞK” NE ZAMAN BAŞLAR VE NE ZAMAN BİTER?

Oğlum olmasa fark etmeyecektim ikisini de ve çabalarını da elbette.

Evimizin balkonunda boş bir saksı seçerek koyuldular işe.

Özellikle dişi olan her gün bitip tükenmeyen bir azimle, yanında kendi cinsinin erkeği ile birlikte, özenle çalı çırpı taşıdılar boş saksının içine. Kısa sürede boş bir saksıyı yuvaya dönüştürmeyi de başardılar.

Bir çift kumruydular onlar.
Oğlumun deyimiyle “anne kumruyla, baba kumru”.
Mutlulardı, çünkü çok yakında çoğalacaklardı.
Çoğalabilmenin coşkusuydu belki de onlara doğa karşısında mücadele gücü veren.

Birkaç gün sonra o boş saksının içinde iki minik yumurta gördüm.
Kuluçkaya yatacaktı bizim dişi kumru, kendine yuva yaptığı, evimizin balkonundaki boş saksı, bu durum için onun sarayıydı belki de.

İnat mıdır, doğası gereği midir bilinmez, 2 ya da 3 hafta kalkmadı kuluçkadan.
Önceleri erkek yiyecek taşıdı ona, gözlerimle şahit oldum da, “aşk böyle bir şey herhalde” dedim. Sevindim üstelik. Kuş da olsa birlikte bir hayat paylaşıyorlardı işte.

Oysa, dişi kumrunun sonrasında yaşadıkları, her kadının başına gelebilecek şeylerdi, terk etti bizim erkek kumru eşini, görünmedi bir daha.

Bu erkek milleti her cinste aynı oluyor galiba.
Anneyi yavrularıyla bıraktı gitti vefasız.
Sanki gagasıyla eşine yiyecek taşıyan O değildi. Diyorum ya gözümle görmesem inanmazdım.
Bir de bunun şarkısı vardı değil mi, eski yıllarda çok popüler olan : “ Baharı bekleyen kumrular gibi.. . .”

Üstelik kumrular eşlerine bağlılıklarıyla bilinen bir kuş cinsidir. Hem de eşleri ölünce başka kuşlarla bile eşleşemeyecek kadar bağlıdırlar eşine.

Eee ne olmuştu peki?

Ne diyeyim, birlikte bir yaşamı paylaşmak, çoluk çocuk, kuş cinsinde bile aşkı öldürebiliyordu demek ki!

Süre dolunca yavrular çıktılar kabuklarından.

Şu dünyada annelik kadar yüce duygu var mıdır? Anne kumru yavrularını kanatlarının altında besledi günlerce.

Yaklaştırmadı da kimseyi yanına, “ Tek başıma yeterim ben onlara ” dercesine. Mağrur ve kendinden emin.

Gagasında yiyecek taşıyarak büyüttü onları sabırla.
Hazırladı hayata.

Birkaç hafta sonra kanatlanmaya başladı yavrular. Uçmaya çalışırken bile anneleri yanlarındaydı. Yalnız bırakmadı onları.

Uçmayı öğrendiler iyiden iyiye. Sonra da uçup gittiler yuvadan.

İşi bitmişti anne kumrunun işte, doğaya salmıştı bile yavrularını.

Kendisi bir süre daha terk edemedi sarayını.
Biraz daha kaldı.
Haklı tabii, önce eşi, şimdi de çocukları gitti birer birer.

En son gün, çiçekleri sulamak için balkona çıktığımda oradaydı.

Gözlerime anlamlı anlamlı baktı.

O’na “ Zor mu annelik? “ diye sordum.
“ Sen benden daha iyi bilirsin” dedi ve ekledi:
“ Sizin işiniz daha zor. Doğada insan yavrusu kadar anneye ihtiyaç duyan canlı yok ki. Farkında değil misin yoksa?” dedi.

Sustum . . . cevap veremedim.

Doğruydu dedikleri.

“Peki eşin neden gitti” dedim.

Hayat bu unutma, ” dedi.

“ Nasıl yani hep terk mi edilir dişiler, bu mudur hayat dediğin, bu kadar kolay mı biter aşklar?
Hele bir de sizin aşkınız, kumruların aşkı nasıl bitebilir ?” dedim.

“ Cevabı sen bul ama sakın unutma, aşk özgür bırakmayı bilmektir, herkes özüne döner bir gün, vereceğin cevap kendini yansıtır çoğu kez, üstelik dünya dönerken, aynı kalmayız, değişiriz hepimiz, bir günümüz uymaz diğerine. ” dedi.

Ne de çok şey biliyordu bu kumru!!

Çiçekleri sulamam bitti. Bu arada, O da uçup gitti.

Bir daha hiç görmedim, ne O’nu, ne yavrularını, ne de terk eden, özgürlüğe kanat çırpan eşini.

Şimdilerde balkondaki saksım hâla boş. İçindeki çalı çırpıları bile atmadım.

Kendine yeni bir yuva aradığında düşünmeden gelsin konuğum olsun bizim anne kumru ya da başka bir anne kumru.

Anneyiz ya halden anlarız. Yardımcı oluruz kendilerine

28 Ocak 2009 Çarşamba

“AŞK” NE ZAMAN BAŞLAR VE NE ZAMAN BİTER?




Oğlum olmasa fark etmeyecektim ikisini de ve çabalarını da elbette.

Evimizin balkonunda boş bir saksı seçerek koyuldular işe.

Özellikle dişi olan her gün bitip tükenmeyen bir azimle, yanında kendi cinsinin erkeği ile birlikte, özenle çalı çırpı taşıdılar boş saksının içine. Kısa sürede boş bir saksıyı yuvaya dönüştürmeyi de başardılar.

Bir çift kumruydular onlar.
Oğlumun deyimiyle “anne kumruyla, baba kumru”.
Mutlulardı, çünkü çok yakında çoğalacaklardı.
Çoğalabilmenin coşkusuydu belki de onlara doğa karşısında mücadele gücü veren.

Birkaç gün sonra o boş saksının içinde iki minik yumurta gördüm.
Kuluçkaya yatacaktı bizim dişi kumru, kendine yuva yaptığı, evimizin balkonundaki boş saksı, bu durum için onun sarayıydı belki de.

İnat mıdır, doğası gereği midir bilinmez, 2 ya da 3 hafta kalkmadı kuluçkadan.
Önceleri erkek yiyecek taşıdı ona, gözlerimle şahit oldum da, “aşk böyle bir şey herhalde” dedim. Sevindim üstelik. Kuş da olsa birlikte bir hayat paylaşıyorlardı işte.
Oysa, dişi kumrunun sonrasında yaşadıkları, her kadının başına gelebilecek şeylerdi, terk etti bizim erkek kumru eşini, görünmedi bir daha.
Bu erkek milleti her cinste aynı oluyor galiba.
Anneyi yavrularıyla bıraktı gitti vefasız.
Sanki gagasıyla eşine yiyecek taşıyan O değildi. Diyorum ya gözümle görmesem inanmazdım.
Bir de bunun şarkısı vardı değil mi, eski yıllarda çok popüler olan : “ Baharı bekleyen kumrular gibi.. . .”
Üstelik kumrular eşlerine bağlılıklarıyla bilinen bir kuş cinsidir. Hem de eşleri ölünce başka kuşlarla bile eşleşemeyecek kadar bağlıdırlar eşine.

Eee ne olmuştu peki?

Ne diyeyim, birlikte bir yaşamı paylaşmak, çoluk çocuk, kuş cinsinde bile aşkı öldürebiliyordu demek ki!

Süre dolunca yavrular çıktılar kabuklarından.

Şu dünyada annelik kadar yüce duygu var mıdır? Anne kumru yavrularını kanatlarının altında besledi günlerce.

Yaklaştırmadı da kimseyi yanına, “ Tek başıma yeterim ben onlara ” dercesine. Mağrur ve kendinden emin.
Gagasında yiyecek taşıyarak büyüttü onları sabırla.
Hazırladı hayata.

Birkaç hafta sonra kanatlanmaya başladı yavrular. Uçmaya çalışırken bile anneleri yanlarındaydı. Yalnız bırakmadı onları.

Uçmayı öğrendiler iyiden iyiye. Sonra da uçup gittiler yuvadan.

İşi bitmişti anne kumrunun işte, doğaya salmıştı bile yavrularını.

Kendisi bir süre daha terk edemedi sarayını.
Biraz daha kaldı.
Haklı tabii, önce eşi, şimdi de çocukları gitti birer birer.

En son gün, çiçekleri sulamak için balkona çıktığımda oradaydı.
Gözlerime anlamlı anlamlı baktı.
O’na “ Zor mu annelik? “ diye sordum.
“ Sen benden daha iyi bilirsin” dedi ve ekledi:
“ Sizin işiniz daha zor. Doğada insan yavrusu kadar anneye ihtiyaç duyan canlı yok ki. Farkında değil misin yoksa?” dedi.
Sustum . . . cevap veremedim.
Doğruydu dedikleri.
“Peki eşin neden gitti” dedim.
Hayat bu unutma, ” dedi.
“ Nasıl yani hep terk mi edilir dişiler, bu mudur hayat dediğin, bu kadar kolay mı biter aşklar?
Hele bir de sizin aşkınız, kumruların aşkı nasıl bitebilir ?” dedim.
“ Cevabı sen bul ama sakın unutma, aşk özgür bırakmayı bilmektir, herkes özüne döner bir gün, vereceğin cevap kendini yansıtır çoğu kez, üstelik dünya dönerken, aynı kalmayız, değişiriz hepimiz, bir günümüz uymaz diğerine. ” dedi.
Ne de çok şey biliyordu bu kumru!!
Çiçekleri sulamam bitti. Bu arada, O da uçup gitti.
Bir daha hiç görmedim, ne O’nu, ne yavrularını, ne de terk eden, özgürlüğe kanat çırpan eşini.
Şimdilerde balkondaki saksım hâla boş. İçindeki çalı çırpıları bile atmadım.
Kendine yeni bir yuva aradığında düşünmeden gelsin konuğum olsun bizim anne kumru ya da başka bir anne kumru.
Anneyiz ya halden anlarız. Yardımcı oluruz kendilerine

24 Ocak 2009 Cumartesi

KAKAO VE BİSKÜVİNİN AŞKI

Çocukluğumun en masum pastasıydı o.

Annem ne zaman yapacak diye gözünün içine bakardık kardeşimle birlikte.

Her halde haftada iki kez falan yapılırdı evimizde.

Çok zahmetli değildi yapılışı.

Hele bir yapıla görsün, anında siler süpürür bitirirdik kardeşimle.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim; ben kendi payıma düşeni bitirir, kardeşimin pastasını yemeğe çalışırdım.

Sonra yıllar girdi araya.

Daha değişik tatlarla, pastalarla da tanıştık ama hiç biri çocukluğumun o masum pastasının yerini tutamadı.

Yaşımız ilerledikçe kilo sorunu hayatımızın baş köşesine yerleştiğinden “ masum pastam” la farkında olmadan unutuverdik birbirimizi.

Geçen gün aklıma geldi, bu pastayı neden oğluma yapmadığımı düşündüm.

Hemen girdim mutfağa, yaptım ve sonuç aynı tabii; oğlum da bayıldı tadına.

Şimdi tarifini paylaştığımda, siz de hatırlayacaksınız, kim bilir çocukken ne kadar çok yemişsinizdir bu pastadan.

İşte son derece düşük maliyetli masum pastanın tarifi :

MOZAİK ( PİRAMİT ) PASTA:

MALZEMELER : 2 yumurta,
7 yemek kaşığı pudra şekeri
7 yemek kaşığı eritilmiş margarin
1 kaşık kakao
1,5 paket pötibör bisküvi
1 yemek kaşığı krem çikolata ( isteğe bağlı ama konulunca pastanın lezzeti ikiye katlanıyor )
Hindistan cevizi ( Üzerine, arzuya göre )

YAPILIŞI : Önce margarini eritelim, ardından erittiğimiz margarini çukur bir kaba aktararak içine pudra şekeri ve iki yumurtayı ekleyip karıştıralım. Ardından kakao ve krem çikolatayı da ekleyerek karıştıralım, en son bisküvileri içine kırarak ekleyelim.
Yağlı bir kağıdın içine koyarak piramit şekli verip, birkaç saat buzlukta bekletelim ve sonra servis yapalım.

Tüm bu işlemlerin ardından aile fertleri tarafından maksimum 20 dakika içinde tükeneceğine tanık olacaksınız.

Denemek isteyenlere şimdiden afiyet olsun.



Çocukluğumun en masum pastasıydı o.

Annem ne zaman yapacak diye gözünün içine bakardık kardeşimle birlikte.

Her halde haftada iki kez falan yapılırdı evimizde.

Çok zahmetli değildi yapılışı.

Hele bir yapıla görsün, anında siler süpürür bitirirdik kardeşimle.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim; ben kendi payıma düşeni bitirir, kardeşimin pastasını yemeğe çalışırdım.

Sonra yıllar girdi araya.

Daha değişik tatlarla, pastalarla da tanıştık ama hiç biri çocukluğumun o masum pastasının yerini tutamadı.

Yaşımız ilerledikçe kilo sorunu hayatımızın baş köşesine yerleştiğinden “ masum pastam” la farkında olmadan unutuverdik birbirimizi.

Geçen gün aklıma geldi, bu pastayı neden oğluma yapmadığımı düşündüm.

Hemen girdim mutfağa, yaptım ve sonuç aynı tabii; oğlum da bayıldı tadına.

Şimdi tarifini paylaştığımda, siz de hatırlayacaksınız, kim bilir çocukken ne kadar çok yemişsinizdir bu pastadan.

İşte son derece düşük maliyetli masum pastanın tarifi :

MOZAİK ( PİRAMİT ) PASTA:

MALZEMELER : 2 yumurta,
7 yemek kaşığı pudra şekeri
7 yemek kaşığı eritilmiş margarin
1 kaşık kakao
1,5 paket pötibör bisküvi
1 yemek kaşığı krem çikolata ( isteğe bağlı ama konulunca pastanın lezzeti ikiye katlanıyor )
Hindistan cevizi ( Üzerine, arzuya göre )

YAPILIŞI : Önce margarini eritelim, ardından erittiğimiz margarini çukur bir kaba aktararak içine pudra şekeri ve iki yumurtayı ekleyip karıştıralım. Ardından kakao ve krem çikolatayı da ekleyerek karıştıralım, en son bisküvileri içine kırarak ekleyelim.
Yağlı bir kağıdın içine koyarak piramit şekli verip, birkaç saat buzlukta bekletelim ve sonra servis yapalım.

Tüm bu işlemlerin ardından aile fertleri tarafından maksimum 20 dakika içinde tükeneceğine tanık olacaksınız.

Denemek isteyenlere şimdiden afiyet olsun.


20 Ocak 2009 Salı

İLK DEFA

Uzun zamandır ilk defa böyle bir duyguyla uyandım bu sabah.
Bazen her şey ters gitse de, olabiliyor demek ki.
Bahar sevinci vardı yüreğimde sabah sabah.
Bir kaç gündür benden kaçan uykuma dün gece tam teslim oldum ondan mı ? Bilemedim.
Yüreğimde kıpır kıpır bahar sevinci ile, oğlumu okuluna bıraktım.
Saat 07:30 itibarı ile yürüyüş yaptım tam bir buçuk saat.
Denizin rengi, dağların kremalı pasta görünümü pek hoşuma gitti bu sabah.
Eve dönerken manavda amasya elmaları gördüm, kırmızı kırmızı bakıyorlardı tezgahın üzerinden bana.
Bakışlarına dayanamadım elmaların, hemen dolduruverdim poşete ve yanakları kırmızı elmalarımla birlikte döndük eve.
Günüm güzel başladı bu gün.
Birkaç gündür bulutlu olan yüreğimin havası ilk defa güneşli bu gün.
Fakat bahar havası bu hiç belli olmaz.
Birden kapatabilir hava, hatta yağmur bile yağabilir hazırlıklı olmak gerek.:)

 
Resimler : www.deviantart.com

İlk defa







Uzun zamandır ilk defa böyle bir duyguyla uyandım bu sabah.
Bazen her şey ters gitse de, olabiliyor demek ki.

Bahar sevinci vardı yüreğimde sabah sabah.

Bir kaç gündür benden kaçan uykuma dün gece tam teslim oldum ondan mı ? Bilemedim.

Yüreğimde kıpır kıpır bahar sevinci ile, oğlumu okuluna bıraktım.

Saat 07:30 itibarı ile yürüyüş yaptım tam bir buçuk saat.
Denizin rengi, dağların kremalı pasta görünümü pek hoşuma gitti bu sabah.

Eve dönerken manavda amasya elmaları gördüm, kırmızı kırmızı bakıyorlardı tezgahın üzerinden bana.
Bakışlarına dayanamadım elmaların, hemen dolduruverdim poşete ve yanakları kırmızı elmalarımla birlikte döndük eve.

Günüm güzel başladı bu gün.

Birkaç gündür bulutlu olan yüreğimin havası ilk defa güneşli bu gün.

Fakat bahar havası bu hiç belli olmaz.

Birden kapatabilir hava, hatta yağmur bile yağabilir hazırlıklı olmak gerek.:)



Resimler : www.deviantart.com

18 Ocak 2009 Pazar

İNSAN A-V-CILARI

Sıradan günlerden birinin akşama dönüştüğü saatlerdi.
Ortalama bir insanın işinden evine dönüp akşam yemeği için sofrasına oturduğu saatler.

Bu saatlerin birinde, ailesiyle akşam yemeği yemekte olan bir adamın cep telefonu çaldı. Önce numaraya baktı adam, numara tanıdık değildi.
Cevaplamak için telefonu açtı haliyle.

Telefonun ucundaki adam, söze direkt kendini tanıtarak başladı.

O bir polis memuruydu, ismini hatta sicil numarasını verdi.
Ardından “ Sizi, savcı - … - Hanım arayacaktı aradı mı?” diye de bir soru sordu.

Telefonun sahibi adam ise şaşkındı. Soğukkanlılığını korumaya çalışarak savcı hanımın aramadığını söyledi.

Telefondaki polis memuru rahat bir ifadeyle savcı hanımın da biraz sonra arayacağını söyleyerek konuya girdi.

Telefon sahibi adamın cep telefon numarası bir başkası tarafından kopyalanmıştı.
Şu anda telefon bu kişi tarafından da kullanılıyordu ve fatura büyük bir olasılıkla telefonun sahibi olan adama gelecekti.
Üstelik telefonu kopyalayan adam polis tarafından aranıyordu, bu nedenle telefon dinleniyordu, “ yakalanması için sizin yardımınıza ihtiyacımız var “ diyordu telefondaki polis.

Telefonun sahibi adam, soğukkanlı davranmaya devam ederek, ne yapabileceğini sordu.

Polis memuru çalıştığı karakolun adını verdi, adamı karakola çağırdı.
Telefon sahibi adam evden çıktı, karakola gitti.

Yolda, sözde polis, adamı bir kere daha aradı ve gelirken mutlaka “500 “ kontör alıp gelmesini söyledi. Polisin ifadesine göre kontör şifrelerini alacaklar ve böylece telefonu kopyalayan diğer adamı yakalayacaklardı!!!!

Adam “kontör” sözünü duyar duyamaz, bir şeyler döndüğünü anladı. Telefondaki adama kontörleri aldığını ve karakola gelmekte olduğunu söyledi. Telefonun ucundaki sözde polis, hemen kontörleri yüklemesi gerektiğini bu nedenle şifreyi kendilerine vermelerini söylemekte ısrar etmeye başladı. Gerekçesi “ şebeke çökertmekti”.

Telefon sahibi adam ise, “ Çöken şebeke bir daha kurulur bekleyin beni ben karakola geliyorum dedi”.

Sözde polis, sen nasıl bize güvenmezsin diyerek telefonun ucunda söylenmeye başladı.

Adam gerçekten söz edilen karakola gitti.
Yanılmamıştı, ne o isimde bir polis vardı ne de aranan birileri.

Adam, kontör avcılarıyla tanışmıştı sadece.
Televizyon ve gazete haberlerine konu olan, insanları mağdur eden kontör avcıları O’na da rastlamıştı.

En acı olanı da, karakola şikayet için gittiğinde polisin; “ Kontör transferi gerçekleşmediği için bu durum suç sayılmaz, bu nedenle kanuni işlem yapamayız” şeklindeki ifadesiydi. Demek ki kontör avcıları başkalarını avlamaya devam edeceklerdi.

Adam evine döndü, hayatına devam etti.

Adamın olup bitenleri şaşkınlıkla izleyen eşi ise; “ sözde polis” ile eşinin yaptığı konuşmalarda şu diyaloğa takılı kaldı:

SÖZDE POLİS : “ Beyefendi, siz neden polise güvenmiyorsunuz? Ayıp olmuyor mu? “
TELEFON SAHİBİ ADAM : “ Kardeşim, ben polise güveniyorum ama insanlara güvenmiyorum.”

Yaşananlara tanıklık eden bu satırların yazarı, kendi kendine şu soruyu sordu, hâla da soruyor ; İnsanların birbirine güveninin kalmadığı bir toplum daha ne kadar ayakta durur?

Cavabını bilen var mı?

Fotoğraf : www.deviantart.com

17 Ocak 2009 Cumartesi

İnsan A -v- cıları


Sıradan günlerden birinin akşama dönüştüğü saatlerdi.
Ortalama bir insanın işinden evine dönüp akşam yemeği için sofrasına oturduğu saatler.

Bu saatlerin birinde, ailesiyle akşam yemeği yemekte olan bir adamın cep telefonu çaldı. Önce numaraya baktı adam, numara tanıdık değildi.
Cevaplamak için telefonu açtı haliyle.

Telefonun ucundaki adam, söze direkt kendini tanıtarak başladı.

O bir polis memuruydu, ismini hatta sicil numarasını verdi.
Ardından “ Sizi, savcı - … - Hanım arayacaktı aradı mı?” diye de bir soru sordu.

Telefonun sahibi adam ise şaşkındı. Soğukkanlılığını korumaya çalışarak savcı hanımın aramadığını söyledi.

Telefondaki polis memuru rahat bir ifadeyle savcı hanımın da biraz sonra arayacağını söyleyerek konuya girdi.

Telefon sahibi adamın cep telefon numarası bir başkası tarafından kopyalanmıştı.
Şu anda telefon bu kişi tarafından da kullanılıyordu ve fatura büyük bir olasılıkla telefonun sahibi olan adama gelecekti.
Üstelik telefonu kopyalayan adam polis tarafından aranıyordu, bu nedenle telefon dinleniyordu, “ yakalanması için sizin yardımınıza ihtiyacımız var “ diyordu telefondaki polis.

Telefonun sahibi adam, soğukkanlı davranmaya devam ederek, ne yapabileceğini sordu.

Polis memuru çalıştığı karakolun adını verdi, adamı karakola çağırdı.
Telefon sahibi adam evden çıktı, karakola gitti.

Yolda, sözde polis, adamı bir kere daha aradı ve gelirken mutlaka “500 “ kontör alıp gelmesini söyledi. Polisin ifadesine göre kontör şifrelerini alacaklar ve böylece telefonu kopyalayan diğer adamı yakalayacaklardı!!!!

Adam “kontör” sözünü duyar duyamaz, bir şeyler döndüğünü anladı. Telefondaki adama kontörleri aldığını ve karakola gelmekte olduğunu söyledi. Telefonun ucundaki sözde polis, hemen kontörleri yüklemesi gerektiğini bu nedenle şifreyi kendilerine vermelerini söylemekte ısrar etmeye başladı. Gerekçesi “ şebeke çökertmekti”.

Telefon sahibi adam ise, “ Çöken şebeke bir daha kurulur bekleyin beni ben karakola geliyorum dedi”.

Sözde polis, sen nasıl bize güvenmezsin diyerek telefonun ucunda söylenmeye başladı.

Adam gerçekten söz edilen karakola gitti.
Yanılmamıştı, ne o isimde bir polis vardı ne de aranan birileri.

Adam, kontör avcılarıyla tanışmıştı sadece.
Televizyon ve gazete haberlerine konu olan, insanları mağdur eden kontör avcıları O’na da rastlamıştı.

En acı olanı da, karakola şikayet için gittiğinde polisin; “ Kontör transferi gerçekleşmediği için bu durum suç sayılmaz, bu nedenle kanuni işlem yapamayız” şeklindeki ifadesiydi. Demek ki kontör avcıları başkalarını avlamaya devam edeceklerdi.

Adam evine döndü, hayatına devam etti.

Adamın olup bitenleri şaşkınlıkla izleyen eşi ise; “ sözde polis” ile eşinin yaptığı konuşmalarda şu diyaloğa takılı kaldı:

SÖZDE POLİS : “ Beyefendi, siz neden polise güvenmiyorsunuz? Ayıp olmuyor mu? “
TELEFON SAHİBİ ADAM : “ Kardeşim, ben polise güveniyorum ama insanlara güvenmiyorum.”

Yaşananlara tanıklık eden bu satırların yazarı, kendi kendine şu soruyu sordu, hâla da soruyor ; İnsanların birbirine güveninin kalmadığı bir toplum daha ne kadar ayakta durur?

Cavabını bilen var mı?

Fotoğraf : www.deviantart.com

16 Ocak 2009 Cuma

İNAT ! ! !

“ Dünyanın merkezinde o varmış gibi.

Her şeye O karar vermek istiyor.

Gözyaşları gözlerinde hazır bir silah zaten.

Zamanını güzelce kolluyor ve hemen çıkarıp kullanıyor silahını.

Anne olarak çok sabırlı olmam gerek biliyorum.

Zıtlaşmamalıyım onu da biliyorum.

Peki ne yapmalıyım inadını geriletmek için?

Dünyanın merkezinde O’nun olmadığını O’na nasıl anlatmalıyım?

Sonuçta karşımdaki küçücük bir çocuk.

Yeni yeni tanıyor hayatı. ”
* * * *

Oğlum dört yaşını bitirdiğinden bu yana sürekli kendi kendime kurduğum cümleler bunlar benim.

Her şey yolunda giderken, oğlumla aramıza giren en kötü sorun O’nun bitmeyen inadı çünkü.

Bu konuyla ilgili okuduklarımdan, inatlaşmanın bu yaşlarda hemen her çocukta görülen bir durum olduğunu anlıyorum.

Elbette annelere ve aileye çok fazla görev düşüyor bu dönemi atlatmak için.

Bu inat savaşından galip çıkmak için, zaman içinde okuduklarım ile oğlumun kişilik yapısını birleştirerek geliştirdiğim bazı davranışlarım var.
İşte bunlardan birkaç tanesi ve bana göre sihirli bir iki anahtar cümle :

Dilerim benimle aynı sorunu yaşamakta olan annelere biraz faydam olur:

- En sinirli anlarımda bile öfkemi kontrol ettim.
Bunu nasıl yaptım, düşündükçe şaşırıyorum ama olumlu sonuç veriyor.

- Her istediğine “ evet ” veya olumsuz gördüğüm her davranışına
“ hayır “ demedim. Özellikle “ hayır ” kelimesini olabildiğince ekonomik kullanmaya özen gösterdim ve “ hayır ” dediğim zaman da bir daha sözümden geri dönmedim.

- İstediğini yapmadıysam mutlaka nedenini anlayacağı bir dille O’na anlatmaya çalıştım.

- Konuşurken yanına oturup birebir göz teması ile konuşmaya önem verdim. Tepeden bakarak konuşmadım, konuşurken birebir göz teması çok etkili oluyor.

- Karşısına birkaç seçenek koydum. Bu seçeneklerden birini seçtiği zaman “kesinlikle ” uzlaşacağımızı hissettirdim.
- “ Sen akıllı bir çocuksun”, “ Sen beni anlayabilirsin” cümleleri bizde anahtar cümleler oldu. Sanırım bu cümleler sayesinde büyüdüğünü hissetti oğlum.

- İnatlaşmaya devam ettiği anda, yaptıklarını duymamaya çalıştım.
En çok sabır isteyen kısım da bu bence. Sustum, sessiz kaldım, kararımın kesin olduğunu söyledim ve bir süre sonra da ( bu “bir süre” bazen uzun sürebiliyor ) O’da inatlaşmaktan vazgeçti.

Şu günlerde eskiye göre biraz daha iyiyiz inat konusunda.
Hatta epeyce yol aldık diyebilirim.

Biliyorum ki yaşı büyüdükçe inat konusunun da biçimi değişecek ve ilerleyen yaşlarında bir yerlerde bu konu yine karşıma çıkacak.

Hangi koşulda olursa olsun, çocuğu iyi tanımak ve doğru iletişim kurabilmek çok önemli. Bir de sabırlı olabilmek.

 

 
Zaten annelik sabırla sevginin karışımı bir duygu değil midir?

İ n a t ! ! !





“ Dünyanın merkezinde o varmış gibi.

Her şeye O karar vermek istiyor.

Gözyaşları gözlerinde hazır bir silah zaten.

Zamanını güzelce kolluyor ve hemen çıkarıp kullanıyor silahını.

Anne olarak çok sabırlı olmam gerek biliyorum.

Zıtlaşmamalıyım onu da biliyorum.

Peki ne yapmalıyım inadını geriletmek için?

Dünyanın merkezinde O’nun olmadığını O’na nasıl anlatmalıyım?

Sonuçta karşımdaki küçücük bir çocuk.

Yeni yeni tanıyor hayatı. ”


* * * *

Oğlum dört yaşını bitirdiğinden bu yana sürekli kendi kendime kurduğum cümleler bunlar benim.

Her şey yolunda giderken, oğlumla aramıza giren en kötü sorun O’nun bitmeyen inadı çünkü.

Bu konuyla ilgili okuduklarımdan, inatlaşmanın bu yaşlarda hemen her çocukta görülen bir durum olduğunu anlıyorum.

Elbette annelere ve aileye çok fazla görev düşüyor bu dönemi atlatmak için.

Bu inat savaşından galip çıkmak için, zaman içinde okuduklarım ile oğlumun kişilik yapısını birleştirerek geliştirdiğim bazı davranışlarım var.


İşte bunlardan birkaç tanesi ve bana göre sihirli bir iki anahtar cümle :

Dilerim benimle aynı sorunu yaşamakta olan annelere biraz faydam olur:

- En sinirli anlarımda bile öfkemi kontrol ettim.
Bunu nasıl yaptım, düşündükçe şaşırıyorum ama olumlu sonuç veriyor.

- Her istediğine “ evet ” veya olumsuz gördüğüm her davranışına
“ hayır “ demedim. Özellikle “ hayır ” kelimesini olabildiğince ekonomik kullanmaya özen gösterdim ve “ hayır ” dediğim zaman da bir daha sözümden geri dönmedim.

- İstediğini yapmadıysam mutlaka nedenini anlayacağı bir dille O’na anlatmaya çalıştım.

- Konuşurken yanına oturup birebir göz teması ile konuşmaya önem verdim. Tepeden bakarak konuşmadım, konuşurken birebir göz teması çok etkili oluyor.

- Karşısına birkaç seçenek koydum. Bu seçeneklerden birini seçtiği zaman “kesinlikle ” uzlaşacağımızı hissettirdim.


- “ Sen akıllı bir çocuksun”, “ Sen beni anlayabilirsin” cümleleri bizde anahtar cümleler oldu. Sanırım bu cümleler sayesinde büyüdüğünü hissetti oğlum.

- İnatlaşmaya devam ettiği anda, yaptıklarını duymamaya çalıştım.
En çok sabır isteyen kısım da bu bence. Sustum, sessiz kaldım, kararımın kesin olduğunu söyledim ve bir süre sonra da ( bu “bir süre” bazen uzun sürebiliyor ) O’da inatlaşmaktan vazgeçti.

Şu günlerde eskiye göre biraz daha iyiyiz inat konusunda.
Hatta epeyce yol aldık diyebilirim.

Biliyorum ki yaşı büyüdükçe inat konusunun da biçimi değişecek ve ilerleyen yaşlarında bir yerlerde bu konu yine karşıma çıkacak.

Hangi koşulda olursa olsun, çocuğu iyi tanımak ve doğru iletişim kurabilmek çok önemli. Bir de sabırlı olabilmek.




Zaten annelik sabırla sevginin karışımı bir duygu değil midir?

8 Ocak 2009 Perşembe

BENİM " EN " LERİM ...

Sevgili Nily mimlemiş beni.

Blog’dan bloğa doğum günü sürprizi göndererek hem de.

Hemen yanıtlayamadım Nily’nin mimini. Ancak fırsat bulabilidim.

Bu aralar her yere yetişmek durumunda olduğumdan ve bu nedenle ahtapotlara özendiğimden ancak bu gün yazabildim doğum günü sürprizimi.

İşte benim " EN " lerim :

1. En sevdiğiniz kelime nedir?

 
Duru (iki ay sonra bir yaşını dolduracak yeğenimin adı aynı zamanda )

 
2. En nefret ettiğiniz kelime nedir?

 
Oğluma bebekliğinden beri kullanmaktan yorulduğum “ Hayır ” ve bir de sabahları erken kalkmak zorunda olan oğlumu uyandırmak, yüzünü yıkamak ve giyinmesini sağlamak için
“ Haydi oğlum “ . ( Bu sabah tahminen 87 kere falan söyledim ) .

 

3. Sizi ne heyecanlandırır?

 
Sürprizler

 
4. Heyecanınızı ne öldürür?

 
Gerçekten heyecan yaptıysam hiçbir şey .

 
5. En sevdiğiniz ses nedir?

 

Çocuk ve bebek gülüşü.

 

6. Nefret ettiğiniz ses nedir?

 
Gece vakti çalışan klimaların sesi,vakitsiz ve gereksiz çalan otomobil alarmlarının sesi.

 
7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?

 
Ağır sanayi işlerinde çalışmak istemezdim.

 

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz?

 
Görünmez olmak... Çocukken çok isterdim.

 

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?

 
Kendim olmaktan memnunum.

 

10. Nerede yaşamak isterdiniz?

 
Rüzgarlı havasına rağmen görür görmez aşık olduğum “ Yalıkavak ” ta

 

11. En önemli kusurunuz nedir?

 
İşimde aşırı mükemmeliyetçi olmam.
12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

 

Arada bir cadılık yapmak.

 

13. Kahramanınız kim?

 
Dayım
14. En çok kullandığınız küfür nedir?

 

Küfür pek etmem.
15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

 

Aceleci, bir yerlere yetişme telaşında, ahtapot modunda.:)

 

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

 

" Carpe diem ” Anı yaşa.

 

17. Mutluluk rüyanız nedir?

 

Bir dağın tepesinden, dağ havasını ciğerlerime çekerek aşağıları seyretmek, gerçekten sık sık gördüğüm bir rüya olup , uyandığımda kendimi iyi hissetmeme neden olur.

 

18. Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?

 

Elindekilerin değerini bilmeden, hatta farkında olmadan yaşamak.

 

19. Nasıl ölmek istersiniz?

 

Kimselere yük olmadan, hatta uykuda, sessiz, sitemsiz.

 
20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın size kapıda ne söylemesini istersiniz?
Ooooo, hoş geldiiin...Vaaay ne kadar güzel yaşamışsın sen.
Maşallah dünyada görmediğin yer kalmamış, hadi bakalım şimdi de buraları keşfet.

Benim " EN " lerim...


Sevgili Nily mimlemiş beni.

Blog’dan bloğa doğum günü sürprizi göndererek hem de.

Hemen yanıtlayamadım Nily’nin mimini. Ancak fırsat bulabilidim.

Bu aralar her yere yetişmek durumunda olduğumdan ve bu nedenle ahtapotlara özendiğimden ancak bu gün yazabildim doğum günü sürprizimi.

İşte benim " EN " lerim :

1. En sevdiğiniz kelime nedir?


Duru (iki ay sonra bir yaşını dolduracak yeğenimin adı aynı zamanda )


2. En nefret ettiğiniz kelime nedir?


Oğluma bebekliğinden beri kullanmaktan yorulduğum “ Hayır ” ve bir de sabahları erken kalkmak zorunda olan oğlumu uyandırmak, yüzünü yıkamak ve giyinmesini sağlamak için
“ Haydi oğlum “ . ( Bu sabah tahminen 87 kere falan söyledim ) .


3. Sizi ne heyecanlandırır?


Sürprizler


4. Heyecanınızı ne öldürür?


Gerçekten heyecan yaptıysam hiçbir şey .


5. En sevdiğiniz ses nedir?


Çocuk ve bebek gülüşü.

6. Nefret ettiğiniz ses nedir?


Gece vakti çalışan klimaların sesi,vakitsiz ve gereksiz çalan otomobil alarmlarının sesi.


7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?


Ağır sanayi işlerinde çalışmak istemezdim.

8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz?


Görünmez olmak... Çocukken çok isterdim.

9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?


Kendim olmaktan memnunum.


10. Nerede yaşamak isterdiniz?


Rüzgarlı havasına rağmen görür görmez aşık olduğum “ Yalıkavak ” ta

11. En önemli kusurunuz nedir?


İşimde aşırı mükemmeliyetçi olmam.

12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?

Arada bir cadılık yapmak.

13. Kahramanınız kim?


Dayım

14. En çok kullandığınız küfür nedir?

Küfür pek etmem.

15. Şu anki ruh haliniz nasıl?

Aceleci, bir yerlere yetişme telaşında, ahtapot modunda.:)

16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?

" Carpe diem ” Anı yaşa.

17. Mutluluk rüyanız nedir?

Bir dağın tepesinden, dağ havasını ciğerlerime çekerek aşağıları seyretmek, gerçekten sık sık gördüğüm bir rüya olup , uyandığımda kendimi iyi hissetmeme neden olur.

18. Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?

Elindekilerin değerini bilmeden, hatta farkında olmadan yaşamak.

19. Nasıl ölmek istersiniz?

Kimselere yük olmadan, hatta uykuda, sessiz, sitemsiz.


20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın size kapıda ne söylemesini istersiniz?

Ooooo, hoş geldiiin...Vaaay ne kadar güzel yaşamışsın sen.
Maşallah dünyada görmediğin yer kalmamış, hadi bakalım şimdi de buraları keşfet.

6 Ocak 2009 Salı

51 MUM VE UFUK ÇİZGİSİ

Daha önce hiç bulunmadığım bir mekanda, yüzlerini seçemediğim insanlar arasındayım.

Burası deniz kenarında bir küçük restoran.
Mevsim kış, hava hatırı sayılır şekilde soğuk.

Yemek faslı çoktan bitmiş, masadaki herkes birbiri ile sohbet halinde.

Bulunduğumuz yerde bir kutlama yapılıyor, yüzlerini seçemediğim ve tanımadığım bir grup insanla aynı masadayım.

Bir süre sonra masaya üzerinde çok sayıda mum olan iki katlı bir pasta geliyor, demek ki içimizden birinin doğum günü. Yüzlerini seçemediğim insanlar mutlu, hallerinden anlıyorum.

Pastanın üzerindeki mumları üşenmeyip sayıyorum; tam 51 tane.

Elli bir yıl diye düşünüyorum.
Neler yaşamıştır kim bilir doğum günü sahibi?
Dile kolay yarım yüzyılı bir yıl geçmiş.

Ne anılar sığdırmıştır bu zaman dilimine diye düşünürken, masada birlikte oturduğum ve o yüzlerini seçemediğim insanların arasından biri kalkıp yanıma geliyor.

On beş yaşlarında bir erkek çocuk bu, her iki elinde de bir şeyler var.
Ne kadar uzun boylu yaşına göre diye düşünüyorum ilkin.

Yanıma yaklaştıkça yüzü belirginleşiyor, “ Kapkara gözlerinden tanımalıydım O’nu ,, diye söyleniyorum kendi kendime; benim oğlum bu.

Nasıl da büyümüş.

Şaşkınım, hangi zaman diliminde olduğumu hâla bilmiyorum.

Yüzünde çocukluğundan kalma o güzel tebessümü ile boynuma sarılıyor : - “ İyi ki doğdun anneciğim “ diyerek elindeki hediye paketini ve kır çiçeklerinden oluşan çiçek buketini veriyor bana.

Gözlerim doluyor, oğluma sarılıyorum, dudaklarımdan sadece: – “ Ne kadar büyümüşsün, ne zaman büyüdün sen yavrum?” cümleleri dökülüyor.

Sonra masadaki yüzler yavaş yavaş belirginleşmeye başlıyor.

20’ li yaşlarının başında bir genç kız güzelliği ile dikkatimi çekiyor önce, sonra on yaşlarında sarışın bir kız çocuğu, saçları bembeyaz olmuş bir adam ve bir kadın, kadının yanında başka bir adam, bir de yürümekte zorlanan çok yaşlanmış karı koca. Hepsi sıraya girmişler ve doğum günüm için bana güzel dileklerde bulunuyorlar.
Bunlar benim sevdiklerim, kardeşim, yeğenlerim, ailem ama hepsinin yıllar sonraki hali, şaşkınım!!!

İleri bir zamanda yaşadığımı fark etmem fazla zamanımı almıyor. Herkes yine benimle birlikte ve kutlanan doğum günü benim doğum günüm.

Peki geçen zaman, o nereye gitti, ne çabuk elli yaşımı bile devirdim ben?

Merakıma engel olamayıp, masadakilerden izin istiyorum, hemen en yakındaki lavaboya atıyorum kendimi, aynaya bakıyorum; evet biraz yaşlanmışım ama yine de gördüğüm görüntüden hoşnut kalıyorum.

“ Takvim bulmam lazım” diyorum kendi kendime, aklıma cep telefonum geliyor, hemen çıkartıyorum. Telefonun takvimini buluyorum, yanılmamışım takvimler 6 OCAK 2019’u gösteriyor.

Kendimi hâla şaşkın ama mutlu hissediyorum, on yıl sonra bile sevdiklerim yanımdalar, o yaşlı karı koca; annem ve babam ölmemişler, ne mutlu bana diye seviniyorum üstelik.

Zamanın ne ara geçtiğini anlayamamış olmama rağmen şaşkınlığım bir nebze hafifliyor. Doğum günü partime geri dönmek istiyorum, lavabodan dışarı çıkıyorum, masaya gidiyorum ama masa boş, kimse yok !!!

Tek ba-şı-ma-yım !!!

Onları, ailemi arıyorum, o mekanda değiller, gitmişler!!!
Dışarı çıkıyorum … Yoklar !!!

Sahilde yürümeye başlıyorum, bir yandan da korkuyorum. Korktuğumu kendime itiraf edemiyorum.

Hava çok soğuk, üşüyorum çok üşüyorum.

O sırada çok uzaklarda karaltılar görüyorum. Bir sürü insan benden çok uzaktalar ve hızlı hızlı yürüyorlar.

Bunlar onlar diyorum, peki beni bırakıp nereye gidiyorlar ???
Neden bu kadar hızlı yürüyorlar ???

Adımlarımı hızlandırıyorum, yetişmeye çalışıyorum onlara.

Yok, mümkün değil yetişemiyorum!!!

Telaşım artıyor!!!

Koşmaya başlıyorum, kalp atışlarım hızlanıyor, soğuğa rağmen terliyorum ama onlara kesinlikle yetişemiyorum.

Bir an soluk almak için duraklıyorum.

Denize bakıyorum. Gök yüzü ile denizin birleştiği yere ufuk çizgisine takılı kalıyor gözlerim. O anda aslında sevdiklerimin peşinden değil, zamanın peşinden koştuğumu fark ediyorum.

* * * * * *

Kan ter içinde açıyorum gözlerimi, gerçekten ter içinde kalmışım, gördüklerim rüyaymış, yatağımdayım.

Hemen yataktan kalkıp ilk gördüğüm takvime bakıyorum.

Tarihi görünce rahatlıyorum.
Takvimler 6 Ocak 2009’u gösteriyor. Elli-bir- yaşıma daha on yıl var.

“ Gelecekte bir yerlerde, zamanın karşısında durup da şaşırmamak ve hızla akıp giden zaman karşısında pişman olmamak için, her anımı dolu dolu yaşamalıyım,” diyerek, kendime gördüğüm rüyanın etkisi ile söz veriyorum.

Yeni yaşıma girerken, kimseyi beklemeden doğum günümü ilk ben kutluyorum…
Fotoğraflar : İlk iki fotoğraf, Albümümden, anne ve oğlunun bebeklik resimleri
İkinci Fotoğraf, www.deviantart.com

51 MUM VE UFUK ÇİZGİSİ




Daha önce hiç bulunmadığım bir mekanda, yüzlerini seçemediğim insanlar arasındayım.

Burası deniz kenarında bir küçük restoran.
Mevsim kış, hava hatırı sayılır şekilde soğuk.

Yemek faslı çoktan bitmiş, masadaki herkes birbiri ile sohbet halinde.

Bulunduğumuz yerde bir kutlama yapılıyor, yüzlerini seçemediğim ve tanımadığım bir grup insanla aynı masadayım.

Bir süre sonra masaya üzerinde çok sayıda mum olan iki katlı bir pasta geliyor, demek ki içimizden birinin doğum günü. Yüzlerini seçemediğim insanlar mutlu, hallerinden anlıyorum.

Pastanın üzerindeki mumları üşenmeyip sayıyorum; tam 51 tane.

Elli bir yıl diye düşünüyorum.
Neler yaşamıştır kim bilir doğum günü sahibi?
Dile kolay yarım yüzyılı bir yıl geçmiş.

Ne anılar sığdırmıştır bu zaman dilimine diye düşünürken, masada birlikte oturduğum ve o yüzlerini seçemediğim insanların arasından biri kalkıp yanıma geliyor.

On beş yaşlarında bir erkek çocuk bu, her iki elinde de bir şeyler var.
Ne kadar uzun boylu yaşına göre diye düşünüyorum ilkin.

Yanıma yaklaştıkça yüzü belirginleşiyor, “ Kapkara gözlerinden tanımalıydım O’nu ,, diye söyleniyorum kendi kendime; benim oğlum bu.

Nasıl da büyümüş.

Şaşkınım, hangi zaman diliminde olduğumu hâla bilmiyorum.

Yüzünde çocukluğundan kalma o güzel tebessümü ile boynuma sarılıyor : - “ İyi ki doğdun anneciğim “ diyerek elindeki hediye paketini ve kır çiçeklerinden oluşan çiçek buketini veriyor bana.

Gözlerim doluyor, oğluma sarılıyorum, dudaklarımdan sadece: – “ Ne kadar büyümüşsün, ne zaman büyüdün sen yavrum?” cümleleri dökülüyor.

Sonra masadaki yüzler yavaş yavaş belirginleşmeye başlıyor.

20’ li yaşlarının başında bir genç kız güzelliği ile dikkatimi çekiyor önce, sonra on yaşlarında sarışın bir kız çocuğu, saçları bembeyaz olmuş bir adam ve bir kadın, kadının yanında başka bir adam, bir de yürümekte zorlanan çok yaşlanmış karı koca. Hepsi sıraya girmişler ve doğum günüm için bana güzel dileklerde bulunuyorlar.


Bunlar benim sevdiklerim, kardeşim, yeğenlerim, ailem ama hepsinin yıllar sonraki hali, şaşkınım!!!

İleri bir zamanda yaşadığımı fark etmem fazla zamanımı almıyor. Herkes yine benimle birlikte ve kutlanan doğum günü benim doğum günüm.

Peki geçen zaman, o nereye gitti, ne çabuk elli yaşımı bile devirdim ben?

Merakıma engel olamayıp, masadakilerden izin istiyorum, hemen en yakındaki lavaboya atıyorum kendimi, aynaya bakıyorum; evet biraz yaşlanmışım ama yine de gördüğüm görüntüden hoşnut kalıyorum.

“ Takvim bulmam lazım” diyorum kendi kendime, aklıma cep telefonum geliyor, hemen çıkartıyorum. Telefonun takvimini buluyorum, yanılmamışım takvimler 6 OCAK 2019’u gösteriyor.

Kendimi hâla şaşkın ama mutlu hissediyorum, on yıl sonra bile sevdiklerim yanımdalar, o yaşlı karı koca; annem ve babam ölmemişler, ne mutlu bana diye seviniyorum üstelik.

Zamanın ne ara geçtiğini anlayamamış olmama rağmen şaşkınlığım bir nebze hafifliyor. Doğum günü partime geri dönmek istiyorum, lavabodan dışarı çıkıyorum, masaya gidiyorum ama masa boş, kimse yok !!!

Tek ba-şı-ma-yım !!!

Onları, ailemi arıyorum, o mekanda değiller, gitmişler!!!
Dışarı çıkıyorum … Yoklar !!!

Sahilde yürümeye başlıyorum, bir yandan da korkuyorum. Korktuğumu kendime itiraf edemiyorum.

Hava çok soğuk, üşüyorum çok üşüyorum.

O sırada çok uzaklarda karaltılar görüyorum. Bir sürü insan benden çok uzaktalar ve hızlı hızlı yürüyorlar.

Bunlar onlar diyorum, peki beni bırakıp nereye gidiyorlar ???
Neden bu kadar hızlı yürüyorlar ???

Adımlarımı hızlandırıyorum, yetişmeye çalışıyorum onlara.

Yok, mümkün değil yetişemiyorum!!!

Telaşım artıyor!!!

Koşmaya başlıyorum, kalp atışlarım hızlanıyor, soğuğa rağmen terliyorum ama onlara kesinlikle yetişemiyorum.

Bir an soluk almak için duraklıyorum.

Denize bakıyorum. Gök yüzü ile denizin birleştiği yere ufuk çizgisine takılı kalıyor gözlerim. O anda aslında sevdiklerimin peşinden değil, zamanın peşinden koştuğumu fark ediyorum.

* * * * * *

Kan ter içinde açıyorum gözlerimi, gerçekten ter içinde kalmışım, gördüklerim rüyaymış, yatağımdayım.

Hemen yataktan kalkıp ilk gördüğüm takvime bakıyorum.

Tarihi görünce rahatlıyorum.
Takvimler 6 Ocak 2009’u gösteriyor. Elli-bir- yaşıma daha on yıl var.

“ Gelecekte bir yerlerde, zamanın karşısında durup da şaşırmamak ve hızla akıp giden zaman karşısında pişman olmamak için, her anımı dolu dolu yaşamalıyım,” diyerek, kendime gördüğüm rüyanın etkisi ile söz veriyorum.

Yeni yaşıma girerken, kimseyi beklemeden doğum günümü ilk ben kutluyorum…
Fotoğraflar : İlk iki fotoğraf, Albümümden, anne ve oğlunun bebeklik resimleri
İkinci Fotoğraf, www.deviantart.com