14 Ekim 2008 Salı

KARANLIKTA KAYBOLAN YILLAR

Yaşlı kadın, daha önce hiç görmediği karanlık bir sokağa daldı…
Beynini karıncalandıran, narin bedenini ve yüreğini mengene gibi sıkan bir korkuyla yürüyordu.

Bir ara peşinde birileri varmış gibi irkilerek geri dönüp, sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen karanlık sokağa baktı.

Bomboştu sokak...

Ne bir karartı vardı, ne de ses oysa hissettiği korku onu yerinde duramaz hale getirmişti. Aniden koşmaya başladı...

Hem koşuyor, hem de bağırıyordu. Etrafında ne yardım isteyecek, ne de sesini duyacak kimse vardı.
Soluğu tıkanıp yüzükoyun yere kapaklanmak üzereyken uyandı.

Kan ter içinde kalmıştı...

Yaşlı kadın bir süredir uykuya daldığında her gece aynı kabusu görüyordu.

O gece de aynı kabusu görmüştü, yine kalp çarpıntısı ile uyandı. Saate bakmak için yatağında doğrulduğunda yanının boş olduğunu gördü.

Eşi, hayat arkadaşı, çocuklarının babası, sevdiği adam yanında yoktu.

“ Yine mi ve hâla mı?” diye sordu kendine.

Geçmişe gitti belleği sonra.

Gençti o zamanlar. Güzeldi de üstelik. Çok sevmişti kocasını, üç tane de çocuk dünyaya getirmişti ikişer yıl arayla. Hep çalışırdı kocası, işleri hep çok yoğundu. Geç gelirdi eve akşamları. İş toplantıları haftada iki ya da üç kez olurdu. Onun da kendine ait işleri vardı yaşadığı evin sınırları içinde. Günlük ev işleri, çocuk bakımı, temizlik, ütü bir de yemek. Dört duvar arasında geçip gidiyordu hayatı.

O dönemde eşinin eve geç gelmelerinin sayısı biraz daha artmıştı sanki.
Çocukları uyuttuktan sonra kadın için bekleme süresi başlardı. Televizyon da yoktu o zamanlar. Radyosu ve Kerime Nadir romanları eşlik ederdi bu bekleyişlere.
Saatler saatleri kovalar ama eşi eve gelemezdi bir türlü.
Yatağında yalnız uyumak çok zor gelirdi, bu yüzden inadına, beklerdi sabahlara kadar kocasını.

Bir süre sonra radyodaki müziğin sesini ince bir cızırtı alır, kitabı kucağına düşer, kanepeye kıvrılıp uyuya kalırdı.
Sabaha karşı kapıda dönen anahtarın sesini duyunca kocasının geldiğini anlardı, usulca kalkar, hiçbir şey sormadan yatağına giderdi.

Şimdiki kadınlar gibi değildi O. Gereksiz soru sormazdı. Hele “ Nerede kaldın bu vakite kadar?” gibi kapris kokan hesap sormaları hiç olmazdı. Bu kadar suskun oluşunun nedenini kendine zaman zaman sorsa da çoğu kere yanıtını kendi de bulamazdı

Bir gece yine eve geç geldi kocası. Her zamanki iş toplantılarından biri diye düşündü kadın ve yine bir şey sor-a-madı.
Adam ceket ve gömleğini çıkarıp pijamalarını giydi hiç konuşmadan yattı.
Kadın odaya girdiğinde ceket ve gömlekten gelen keskin parfüm kokusunu duydu. Her şeyin farkına o anda vardı. Bir başka kadınla paylaşıyordu sevdiği adamı.

Sustu, bir şey söyleyemedi. Suskunluğunun nedenini o zaman buldu. Susmasının nedeni ezikliği değil çaresizliğiydi. Annesi babası hayatta değildi. Çocuklarıyla gidebileceği bir baba evi bile yoktu. Çocuklarını babasız büyütmek istemiyordu…
Bunların hepsi de bahaneydi aslında. Garip bir tutkuyla bağlıydı sevdiği adama.
Onsuz kalmak, terk etmek ya da terk edilmek fikri bile göz yaşlarına boğuyordu kadını. Kimsenin bilmediği, içine akıttığı göz yaşlarına. O anlarda kendini hep tek başına ve çaresiz hissediyordu.

Bu anı da silindi gözlerinden yaşlı kadının. Şimdi belleğinde ve gözlerinin önünde, kimin olduğunu hatırlayamadığı bir cenaze töreni vardı. Bir sis perdesi ardında hatırlıyordu töreni.

Mezarlıktalardı.

İnsan kalabalığının ortasında kalmıştı, her zamanki gibi sessizce, boş gözlerle cenazeyi izliyordu.

Bir erkek koluna girmişti, bir kadın elini tutuyordu sımsıkı. Oğlu ve büyük kızı olmalıydı.

Birden kalabalığın arasında nasıl olduysa O kızıl saçlı kadını fark etti.

Kadının yanına yaklaştı, gözlerinin içine baktı.

İnsanı delip geçen koyu yeşil gözleri vardı. Gözlerinin rengi ağlamaktan daha da ortaya çıkmış ve yine ağlamaktan burnu kızarmıştı.
Kendinden oldukça gençti, yine de göz çevresinde hafif kırışıklıklar vardı.

Kadın yanına yaklaştıkça burnuna kadından gelen o keskin parfüm kokusu geldi.
Kokuyu hatırlamakta gecikmedi.Ne yapması gerektiğini bilemedi. Sadece baktılar iki kadın birbirlerine.
Hiç konuşmadılar.

İkisinin de gözleri öyle çok şey anlattı ki o kısa sürede, kendilerinden başka kimse bilemedi anlattıklarını.

Çok çabuk bu anıyı da sildi zihninden. – “ Neden hep geçmişi düşünüyorum?” diye sordu kendi kendine.

Yatağından kalktı.
Odanın ışığını açtı. Kocası yoktu işte yanında.

Battaniyeye sarılıp kanepeye uzandı. Beklemeye başladı. Şimdilerde çok kanallıydı televizyonlar. Kanallardan biri ona arkadaşlık yapardı nasıl olsa.

Bekledi, sabahın ilk ışıklarını görene kadar bekledi. Gelen giden yoktu.
“ Bu sefer tamamen gitti, ya dönmezse” diye düşündü.
Dayanamadı. Büyük kızının evine telefon etti.
Ağlamaklı bir sesle kızına - “ Kızım baban eve gelmedi. Dayanamıyorum artık. Usandım bu beklemelerden” dedi.

Kadının, telefonun öbür ucundaki kızı soğukkanlılığını korumaya çalışarak : - “ Anneciğim unuttun mu babam öleli 10 sene oluyor. Yat uyu şimdi, sabah birlikte doktora kontrole gideriz. İlaçlarını gözden geçiririz. İstersen gel biraz bizde kal. Hem çocuklar da çok özlediler seni “ dedi.
Yaşlı kadın bir şey söylemeden kapattı telefonu. Dudaklarını büzdü. Ağlamaya başladı.
Bir yandan kaybolan yıllarına ağlıyor, bir yandan fısıltıyla kendi kendine söyleniyordu.

- “ Gitmem, O’nu bırakıp bir yere gitmem ben”.

KARANLIKTA KAYBOLAN YILLAR








Yaşlı kadın, daha önce hiç görmediği karanlık bir sokağa daldı…
Beynini karıncalandıran, narin bedenini ve yüreğini mengene gibi sıkan bir korkuyla yürüyordu.

Bir ara peşinde birileri varmış gibi irkilerek geri dönüp, sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen karanlık sokağa baktı.

Bomboştu sokak...

Ne bir karartı vardı, ne de ses oysa hissettiği korku onu yerinde duramaz hale getirmişti. Aniden koşmaya başladı...

Hem koşuyor, hem de bağırıyordu. Etrafında ne yardım isteyecek, ne de sesini duyacak kimse vardı.
Soluğu tıkanıp yüzükoyun yere kapaklanmak üzereyken uyandı.

Kan ter içinde kalmıştı...

Yaşlı kadın bir süredir uykuya daldığında her gece aynı kabusu görüyordu.

O gece de aynı kabusu görmüştü, yine kalp çarpıntısı ile uyandı. Saate bakmak için yatağında doğrulduğunda yanının boş olduğunu gördü.

Eşi, hayat arkadaşı, çocuklarının babası, sevdiği adam yanında yoktu.

“ Yine mi ve hâla mı?” diye sordu kendine.

Geçmişe gitti belleği sonra.

Gençti o zamanlar. Güzeldi de üstelik. Çok sevmişti kocasını, üç tane de çocuk dünyaya getirmişti ikişer yıl arayla. Hep çalışırdı kocası, işleri hep çok yoğundu. Geç gelirdi eve akşamları. İş toplantıları haftada iki ya da üç kez olurdu. Onun da kendine ait işleri vardı yaşadığı evin sınırları içinde. Günlük ev işleri, çocuk bakımı, temizlik, ütü bir de yemek. Dört duvar arasında geçip gidiyordu hayatı.

O dönemde eşinin eve geç gelmelerinin sayısı biraz daha artmıştı sanki.
Çocukları uyuttuktan sonra kadın için bekleme süresi başlardı. Televizyon da yoktu o zamanlar. Radyosu ve Kerime Nadir romanları eşlik ederdi bu bekleyişlere.
Saatler saatleri kovalar ama eşi eve gelemezdi bir türlü.
Yatağında yalnız uyumak çok zor gelirdi, bu yüzden inadına, beklerdi sabahlara kadar kocasını.

Bir süre sonra radyodaki müziğin sesini ince bir cızırtı alır, kitabı kucağına düşer, kanepeye kıvrılıp uyuya kalırdı.
Sabaha karşı kapıda dönen anahtarın sesini duyunca kocasının geldiğini anlardı, usulca kalkar, hiçbir şey sormadan yatağına giderdi.

Şimdiki kadınlar gibi değildi O. Gereksiz soru sormazdı. Hele “ Nerede kaldın bu vakite kadar?” gibi kapris kokan hesap sormaları hiç olmazdı. Bu kadar suskun oluşunun nedenini kendine zaman zaman sorsa da çoğu kere yanıtını kendi de bulamazdı

Bir gece yine eve geç geldi kocası. Her zamanki iş toplantılarından biri diye düşündü kadın ve yine bir şey sor-a-madı.
Adam ceket ve gömleğini çıkarıp pijamalarını giydi hiç konuşmadan yattı.
Kadın odaya girdiğinde ceket ve gömlekten gelen keskin parfüm kokusunu duydu. Her şeyin farkına o anda vardı. Bir başka kadınla paylaşıyordu sevdiği adamı.

Sustu, bir şey söyleyemedi. Suskunluğunun nedenini o zaman buldu. Susmasının nedeni ezikliği değil çaresizliğiydi. Annesi babası hayatta değildi. Çocuklarıyla gidebileceği bir baba evi bile yoktu. Çocuklarını babasız büyütmek istemiyordu…
Bunların hepsi de bahaneydi aslında. Garip bir tutkuyla bağlıydı sevdiği adama.
Onsuz kalmak, terk etmek ya da terk edilmek fikri bile göz yaşlarına boğuyordu kadını. Kimsenin bilmediği, içine akıttığı göz yaşlarına. O anlarda kendini hep tek başına ve çaresiz hissediyordu.

Bu anı da silindi gözlerinden yaşlı kadının. Şimdi belleğinde ve gözlerinin önünde, kimin olduğunu hatırlayamadığı bir cenaze töreni vardı. Bir sis perdesi ardında hatırlıyordu töreni.

Mezarlıktalardı.

İnsan kalabalığının ortasında kalmıştı, her zamanki gibi sessizce, boş gözlerle cenazeyi izliyordu.

Bir erkek koluna girmişti, bir kadın elini tutuyordu sımsıkı. Oğlu ve büyük kızı olmalıydı.

Birden kalabalığın arasında nasıl olduysa O kızıl saçlı kadını fark etti.

Kadının yanına yaklaştı, gözlerinin içine baktı.

İnsanı delip geçen koyu yeşil gözleri vardı. Gözlerinin rengi ağlamaktan daha da ortaya çıkmış ve yine ağlamaktan burnu kızarmıştı.
Kendinden oldukça gençti, yine de göz çevresinde hafif kırışıklıklar vardı.

Kadın yanına yaklaştıkça burnuna kadından gelen o keskin parfüm kokusu geldi.
Kokuyu hatırlamakta gecikmedi.Ne yapması gerektiğini bilemedi. Sadece baktılar iki kadın birbirlerine.
Hiç konuşmadılar.

İkisinin de gözleri öyle çok şey anlattı ki o kısa sürede, kendilerinden başka kimse bilemedi anlattıklarını.

Çok çabuk bu anıyı da sildi zihninden. – “ Neden hep geçmişi düşünüyorum?” diye sordu kendi kendine.

Yatağından kalktı.
Odanın ışığını açtı. Kocası yoktu işte yanında.

Battaniyeye sarılıp kanepeye uzandı. Beklemeye başladı. Şimdilerde çok kanallıydı televizyonlar. Kanallardan biri ona arkadaşlık yapardı nasıl olsa.

Bekledi, sabahın ilk ışıklarını görene kadar bekledi. Gelen giden yoktu.
“ Bu sefer tamamen gitti, ya dönmezse” diye düşündü.
Dayanamadı. Büyük kızının evine telefon etti.
Ağlamaklı bir sesle kızına - “ Kızım baban eve gelmedi. Dayanamıyorum artık. Usandım bu beklemelerden” dedi.

Kadının, telefonun öbür ucundaki kızı soğukkanlılığını korumaya çalışarak : - “ Anneciğim unuttun mu babam öleli 10 sene oluyor. Yat uyu şimdi, sabah birlikte doktora kontrole gideriz. İlaçlarını gözden geçiririz. İstersen gel biraz bizde kal. Hem çocuklar da çok özlediler seni “ dedi.


Yaşlı kadın bir şey söylemeden kapattı telefonu. Dudaklarını büzdü. Ağlamaya başladı.
Bir yandan kaybolan yıllarına ağlıyor, bir yandan fısıltıyla kendi kendine söyleniyordu.

- “ Gitmem, O’nu bırakıp bir yere gitmem ben”.

8 Ekim 2008 Çarşamba

VATANA ASKER

Yıllar önceydi.
Hatırladığım kadarı ile 1994 yılındaydık.
Eski işyerimdeydik.

Mesai arkadaşlarımdan birinin 6 yaşındaki oğlu anneannesi ile ziyaretimize gelmişti, siyah kıvırcık saçlı, kara gözlü cin gibi bakışlı, zeki bir çocuktu. Okula başlayacaktı, heyecanlıydı.

Arkadaşım bir yıl önce tekrar anne olmuş ve yine bir erkek bebeği olmuştu.

İş yerindeki diğer arkadaşlar, “ Oooo, çok şanslısın, iki erkek birden haa” diyerek takıldıklarında, o da “ Vatana asker yetiştiriyoruz da inşallah o zamana kadar bu terör olayları biter “ diyerek gülümsemişti.

O, vatana yetiştirilen askerlerden biri bu yılın ocak ayında askere gitti. Güneydoğu’da yapıyor askerliğini.

Anne ve baba oğulları ile her gün görüşüyorlar. Büyük bir stres içinde askerliğinin bitmesini bekliyorlar. Baba sıkıntıdan tansiyon hastası olmuş, anne psikolojik destek almaya başlamış.

En son görüştüğümüzde, “ Her sabah yataktan kalkar kalkmaz, evde temizlik yapmaya başlıyordum, hem de öyle böyle değil, bildiğin bahar temizliği, kötü bir haber gelirse, evde her şey yerli yerinde olsun diye, televizyon haberleri gözümüz kulağımız oldu baktım olacak gibi değil, psikologdan yardım istedim. Babası desen tansiyonu 18’den aşağı düşmüyor. Ne olacak böyle bilmiyorum? “ demişti.

Televizyonlarda acı haberi öğrendiğimde, arkadaşımı arayamadım bile, sadece isimlere baktım, bizim kıvırcık saçlı, kara gözlü askerin adı yoktu. Üzüntümden arkadaşımı arayamadım bile.

* * * * * *

Açık Öğretim işletme fakültesine kayıt yaptırmak için gelmişti.

Elindeki sarı zarfı bana uzatarak çok da ilgisiz bir şekilde, “ İnceler misiniz eksik bir şeyler var mı dosyamda? “ dedi.

Dosyaya baktım, eksik bir belge yoktu. Terhis Belgesi ilişti gözüme çünkü açık öğretim öğrencilerinin genellikle zarflarının içinde tecil belgeleri olurdu.

“ Askerlik bitmiş, ne güzel” dedim.
Yüzüme boş boş baktı. Sol gözünde tuhaflık vardı.
“ Bitti hocam “ dedi. “ Beni de bitirdi”.

Devam etti:
“ Ben kaçmadım askerlikten, tam da zamanında gittim, Şırnak’ta yaptım askerliğimi, çatışmaların birinde yaralandım, sol gözümü zor kurtardılar, şimdi sol gözümde yüzde otuz görme kaybı oluştu ama en kötüsü hocam, üç tane arkadaşım kollarımda şehit düştü. Bunu asla unutamam.

Oralarda ölmekten korkmuyorsunuz hocam, vatana kendinizi borçlu hissediyorsunuz, arkadaşlarınızın ardından gitmek istiyorsunuz. Anlatılamaz bir duygu bu. Şimdi ne kadar ömrüm varsa yaşayacağım hiç bir acı beni yerle bir edemez artık” dedi.

Belgelerin kontrolü bitmişti, orada kalabalığın içinde yaptığımız o kısacık konuşmanın sonunda ikimizin de gözlerinde biriken yaşların nedenini sadece o genç delikanlı ve ben biliyorduk.

* * * * *

“Blog” Not : Ne zaman şehit haberlerini duysam, yüreğimi tarifsiz bir acı kaplar.
“Artık yazmayacağım ben bu konuyla ilgili yazsam da ne değişiyor, acımız katlanarak büyüyor” diye düşünmeme rağmen, yine klavyem ve parmaklarım rahat bırakmadı beni.
Tüm şehitlerimizin ve şehit ailelerinin başı sağ olsun.

VATANA ASKER




Yıllar önceydi.
Hatırladığım kadarı ile 1994 yılındaydık.
Eski işyerimdeydik.

Mesai arkadaşlarımdan birinin 6 yaşındaki oğlu anneannesi ile ziyaretimize gelmişti, siyah kıvırcık saçlı, kara gözlü cin gibi bakışlı, zeki bir çocuktu. Okula başlayacaktı, heyecanlıydı.

Arkadaşım bir yıl önce tekrar anne olmuş ve yine bir erkek bebeği olmuştu.

İş yerindeki diğer arkadaşlar, “ Oooo, çok şanslısın, iki erkek birden haa” diyerek takıldıklarında, o da “ Vatana asker yetiştiriyoruz da inşallah o zamana kadar bu terör olayları biter “ diyerek gülümsemişti.

O, vatana yetiştirilen askerlerden biri bu yılın ocak ayında askere gitti. Güneydoğu’da yapıyor askerliğini.

Anne ve baba oğulları ile her gün görüşüyorlar. Büyük bir stres içinde askerliğinin bitmesini bekliyorlar. Baba sıkıntıdan tansiyon hastası olmuş, anne psikolojik destek almaya başlamış.

En son görüştüğümüzde, “ Her sabah yataktan kalkar kalkmaz, evde temizlik yapmaya başlıyordum, hem de öyle böyle değil, bildiğin bahar temizliği, kötü bir haber gelirse, evde her şey yerli yerinde olsun diye, televizyon haberleri gözümüz kulağımız oldu baktım olacak gibi değil, psikologdan yardım istedim. Babası desen tansiyonu 18’den aşağı düşmüyor. Ne olacak böyle bilmiyorum? “ demişti.

Televizyonlarda acı haberi öğrendiğimde, arkadaşımı arayamadım bile, sadece isimlere baktım, bizim kıvırcık saçlı, kara gözlü askerin adı yoktu. Üzüntümden arkadaşımı arayamadım bile.

* * * * * *

Açık Öğretim işletme fakültesine kayıt yaptırmak için gelmişti.

Elindeki sarı zarfı bana uzatarak çok da ilgisiz bir şekilde, “ İnceler misiniz eksik bir şeyler var mı dosyamda? “ dedi.

Dosyaya baktım, eksik bir belge yoktu. Terhis Belgesi ilişti gözüme çünkü açık öğretim öğrencilerinin genellikle zarflarının içinde tecil belgeleri olurdu.

“ Askerlik bitmiş, ne güzel” dedim.
Yüzüme boş boş baktı. Sol gözünde tuhaflık vardı.
“ Bitti hocam “ dedi. “ Beni de bitirdi”.

Devam etti:
“ Ben kaçmadım askerlikten, tam da zamanında gittim, Şırnak’ta yaptım askerliğimi, çatışmaların birinde yaralandım, sol gözümü zor kurtardılar, şimdi sol gözümde yüzde otuz görme kaybı oluştu ama en kötüsü hocam, üç tane arkadaşım kollarımda şehit düştü. Bunu asla unutamam.

Oralarda ölmekten korkmuyorsunuz hocam, vatana kendinizi borçlu hissediyorsunuz, arkadaşlarınızın ardından gitmek istiyorsunuz. Anlatılamaz bir duygu bu. Şimdi ne kadar ömrüm varsa yaşayacağım hiç bir acı beni yerle bir edemez artık” dedi.

Belgelerin kontrolü bitmişti, orada kalabalığın içinde yaptığımız o kısacık konuşmanın sonunda ikimizin de gözlerinde biriken yaşların nedenini sadece o genç delikanlı ve ben biliyorduk.

* * * * *

“Blog” Not : Ne zaman şehit haberlerini duysam, yüreğimi tarifsiz bir acı kaplar.
“Artık yazmayacağım ben bu konuyla ilgili yazsam da ne değişiyor, acımız katlanarak büyüyor” diye düşünmeme rağmen, yine klavyem ve parmaklarım rahat bırakmadı beni.
Tüm şehitlerimizin ve şehit ailelerinin başı sağ olsun.