FİKRİYE …
Fikriye, 1916 yılında, 2. kızını da kucağına aldığında, henüz 17 yaşındaydı ve bu dünyadaki misafirliğinin sadece 12 yıl süreceğini bilmiyordu.
İstanbul Yedikule’de bir konakta otururlardı. Yüzü medeniyete dönük bir anne ve babanın iki kızının küçük olanı idi Fikriye.
Dümdüz siyah saçlara, kestane kahvesi gözlere sahip olan ablasının tam tersine, dalgalı açık kumral saçları, bembeyaz teni ve ela gözleriyle ilk bakışta dikkatleri üzerine çeken bir genç kızdı.
İbrahim Ethem ile çocukluktan beri tanırlardı birbirlerini. Pırıl pırıl bir gençti İbrahim Ethem.” Çakı gibi delikanlı derler ya” öyleydi. Uzun yıllar var ki beğenirdi Fikriye’yi, zamanla bu beğeni aşka dönüşmüştü.
Fikriye de çocukluğundan beri tanıdığı İbrahim Ethem’i gördüğünde yüreğinin daha farklı bir biçimde attığını hissetmekteydi ne zamandır.
Çocukluktan genç kızlığa adım atma yaşlarındaydı, o zamanlar erken evlendirilirdi kızlar. Evlilik kararlarını da aileler verirdi.
Babası da, çok beğenirdi İbrahim Ethem’i - “ Bu çocuk gelecek vaat ediyor” derdi de başka bir şey demezdi.
Sonunda evlendiler. Evlendikten sonra daha da çok sevdi eşini Fikriye.
Evlendikten yaklaşık 1 yıl sonra ilk kızını, kızının doğumundan sadece 11 ay sonra da ikinci kızını kucağına aldı.
İkisi de çocuklarıyla birlikte mutluydular.
Çocukluk aşkı evliliğe dönüşmüş ve meyvelerini vermişti bile ancak onların mutluluğu devam ederken, dünya gergin günler yaşıyordu.
Fikriye’nin büyük kızını kucağına aldığı günlerde, tarih ince ince yazılıyor ve dünya ilk kez 4 yıl sürecek büyük bir savaş görmeye hazırlanıyordu. Osmanlı Devleti ise sancılı bir dönemden geçiyordu.
Hayat Fikriye’ye, İbrahim Ethem ve iki bebeğe neler sunacaktı henüz kimse bilmiyordu.
Fikriye’nin kızları 4 ve 2 yaşlarında iken, eşi askere gitme kararı aldı. Gitmesinden bir gece önce ailecek güzel vakit geçirdiler. Kızlar, babalarının gideceğini hissetmişlerdi ve o gece babalarının kucağından inmek bilmediler. İki kız, öpücük yağmuruna tutmuşlardı babalarını. Fikriye, olan bitenden çok söz etmedi çocuklarına, babalarının nereye gittiğini hissettirmemeye çalıştı.
Ertesi sabah, sımsıkı sarıldı eşine, - “ Bizi hiç unutma “ diyerek.
İbrahim Ethem, kızlarını öptü, karısına sarılarak, heyecanla - “ Göreceksin, her şey daha güzel olacak, geçecek bu günler” dedi ve yola çıktı.
Eşinin yüzünde kararlı ve söylediklerine inanan bir ifade vardı.
Söylediklerinde haklıydı, ancak her şeyin daha güzel olmasına henüz, zorluklarla geçecek birbirinden uzun 5 yıl vardı.
Bu anları kızlar, -özellikle büyük kız- gelecekte hayal meyal hatırlayacak, hatırladıklarını annelerinin eski Türkçe yazdığı günlüğe benzer yazıları ile birleştirerek belleklerinde saklayacaklardı.
Gittiği yerlerden geri dönemedi İbrahim Ethem.
Uzun süre haber de alamadılar. Özlemin, merakla sarmaş dolaş olduğu bir dönemde şehit olduğu haberi geldi..
Hayata küstü, kendine küstü Fikriye. Oysa acısını yüreğinde saklamak zorundaydı. Çocukları için hayatta kalmalıydı. Üzerinde yaşadığı topraklar güzel günler görecekti. Mustafa Kemal’in askerlerinden biriydi kocası, vatanı için şehit olmuştu. Bir yanı hiç unutamadı, diğer yanı hep gurur duydu İbrahim Ethem’le.
Güzel, gösterişli, genç bir kadındı.
Herkesin dikkatini çekiyordu. Bunlardan biri de yeni taşındıkları mahalledeki en yakın komşularının erkek kardeşi Hakkı Bey’di. Görür görmez aşık olmuştu Fikriye’ye. O’nun iki çocukla yalnız kalış hikayesini dinleyince, saygı duydu, sabırla, incitmeden beklemeye başladı.
Fikriye, İbrahim Ethem’in ölümünden yaklaşık 8 yıl sonra, kendisini büyük bir sabırla bekleyen Hakkı Bey ile evlenmeye karar verdi.
Evlendiği gün, geçmişi düşündü.
Savaş çoktan bitmiş, 600 yıllık bir imparatorluk çökmüş, imparatorluğun küllerinden yepyeni bir cumhuriyet kurulmuş, her şey değişmişti.
Yıllar önce İbrahim Ethem’in söylediği sözleri ve yüzündeki o kararlı ifadeyi hatırladı, gerçekten artık “ Her şey daha güzeldi”. Oysa sevdiği adam yanında değildi ve şimdi sadece saygı duyduğu biri ile, iki kızı yanında yeni bir hayat kurmak üzereydi.
O ara uzun zamandır yakasını bırakmayan şiddetli öksürükler de başına dert olmuştu.
Narindi Fikriye, geçirdiği şiddetli soğuk algınlığının iyileşmesi uzun zaman alacaktı herhalde.
Evlendikten 1 yıl sonra hamile olduğunu fark etti. Hamileydi ama baş belası öksürük hiç yakasını bırakmıyordu.
Öksürüğün geçmeme nedenini bulmak için çeşitli tetkikler yapıldı.Bir süre sonra yapılan tetkikler sonucunu verdi. Fikriye “verem”di.
Çocuğu doğurması sakıncalıydı. İnat etti, ve o haliyle dünyaya bir kız çocuk daha getirdi. Kendi gibi, beyaz tenli bir kızdı bebeği.
Doğumdan sonra 40 gün daha direnebildi Fikriye. Bebeğinin kırkının çıktığı gün, O’nun da dünyadaki serüveni , henüz 29 yaşında iken sona erdi.
Gökyüzünde kayan bir yıldız kadar kısa sürmüştü hayatı.
Küçük kız hiç bilemedi, tanıyamadı annesini.
Yıllar önce dünyaya gelen ablaları anne oldular bebeğe.
Büyüyüp genç kız olduğu zamanlarda, “ Annem nasıl bir kadındı ?“ diye sorduğunda ablaları, “Aynaya bak, gördüğün yüz annemizin yüzüdür” dediler. Annesini hiç tanımayan kız şaşılacak derecede Fikriye’ye benziyordu.
***
Aradan çok çok uzun yıllar geçti .
Üç kız büyüdüler, evlendiler, hepsinin çocukları, torunları oldu.
Fikriye’nin ortanca kızının torunlarından biri – çocukluğundan beri anılara en düşkün olanı- , büyük anneannesinin kısacık ve hüzünlü hikayesini annesinden, anneannesinden, hatta dedesinden yıllarca hep dinledi.
O’nun anısını yaşatmak için her zaman bir şeyler yapmak istedi.
Ölümünün üzerinden yaklaşık 80 yıl geçmiş, albümlerde bir tek fotoğrafı bile bulunmayan Fikriye için ne yapabileceğini düşündü düşündü ve ortaya bu yazı çıktı.
***
Fikriye’nin büyük kızı 1986, ortanca kızı da 1989 yılında bu dünyadan ayrıldılar.
Kendine benzeyen, annesiz büyüyen küçük kız ise şimdi 80 yaşlarında.
Bu satırların yazarı 1989 yılının Aralık ayında kaybettiği- ortanca kız- anneannesini de hiç unutamadı.
Aralık ayını çocukluğundaki kadar sevmemesi de bundandır.
Aslında uzunmuş gibi görünen, bir ömrün sığdığı -hayat-larımız ne kadar kısa değil mi?
Uçsuz bucaksız bir evren üzerinde minicik bir noktayız hepimiz.
Fikriye, 1916 yılında, 2. kızını da kucağına aldığında, henüz 17 yaşındaydı ve bu dünyadaki misafirliğinin sadece 12 yıl süreceğini bilmiyordu.
İstanbul Yedikule’de bir konakta otururlardı. Yüzü medeniyete dönük bir anne ve babanın iki kızının küçük olanı idi Fikriye.
Dümdüz siyah saçlara, kestane kahvesi gözlere sahip olan ablasının tam tersine, dalgalı açık kumral saçları, bembeyaz teni ve ela gözleriyle ilk bakışta dikkatleri üzerine çeken bir genç kızdı.
İbrahim Ethem ile çocukluktan beri tanırlardı birbirlerini. Pırıl pırıl bir gençti İbrahim Ethem.” Çakı gibi delikanlı derler ya” öyleydi. Uzun yıllar var ki beğenirdi Fikriye’yi, zamanla bu beğeni aşka dönüşmüştü.
Fikriye de çocukluğundan beri tanıdığı İbrahim Ethem’i gördüğünde yüreğinin daha farklı bir biçimde attığını hissetmekteydi ne zamandır.
Çocukluktan genç kızlığa adım atma yaşlarındaydı, o zamanlar erken evlendirilirdi kızlar. Evlilik kararlarını da aileler verirdi.
Babası da, çok beğenirdi İbrahim Ethem’i - “ Bu çocuk gelecek vaat ediyor” derdi de başka bir şey demezdi.
Sonunda evlendiler. Evlendikten sonra daha da çok sevdi eşini Fikriye.
Evlendikten yaklaşık 1 yıl sonra ilk kızını, kızının doğumundan sadece 11 ay sonra da ikinci kızını kucağına aldı.
İkisi de çocuklarıyla birlikte mutluydular.
Çocukluk aşkı evliliğe dönüşmüş ve meyvelerini vermişti bile ancak onların mutluluğu devam ederken, dünya gergin günler yaşıyordu.
Fikriye’nin büyük kızını kucağına aldığı günlerde, tarih ince ince yazılıyor ve dünya ilk kez 4 yıl sürecek büyük bir savaş görmeye hazırlanıyordu. Osmanlı Devleti ise sancılı bir dönemden geçiyordu.
Hayat Fikriye’ye, İbrahim Ethem ve iki bebeğe neler sunacaktı henüz kimse bilmiyordu.
Fikriye’nin kızları 4 ve 2 yaşlarında iken, eşi askere gitme kararı aldı. Gitmesinden bir gece önce ailecek güzel vakit geçirdiler. Kızlar, babalarının gideceğini hissetmişlerdi ve o gece babalarının kucağından inmek bilmediler. İki kız, öpücük yağmuruna tutmuşlardı babalarını. Fikriye, olan bitenden çok söz etmedi çocuklarına, babalarının nereye gittiğini hissettirmemeye çalıştı.
Ertesi sabah, sımsıkı sarıldı eşine, - “ Bizi hiç unutma “ diyerek.
İbrahim Ethem, kızlarını öptü, karısına sarılarak, heyecanla - “ Göreceksin, her şey daha güzel olacak, geçecek bu günler” dedi ve yola çıktı.
Eşinin yüzünde kararlı ve söylediklerine inanan bir ifade vardı.
Söylediklerinde haklıydı, ancak her şeyin daha güzel olmasına henüz, zorluklarla geçecek birbirinden uzun 5 yıl vardı.
Bu anları kızlar, -özellikle büyük kız- gelecekte hayal meyal hatırlayacak, hatırladıklarını annelerinin eski Türkçe yazdığı günlüğe benzer yazıları ile birleştirerek belleklerinde saklayacaklardı.
Gittiği yerlerden geri dönemedi İbrahim Ethem.
Uzun süre haber de alamadılar. Özlemin, merakla sarmaş dolaş olduğu bir dönemde şehit olduğu haberi geldi..
Hayata küstü, kendine küstü Fikriye. Oysa acısını yüreğinde saklamak zorundaydı. Çocukları için hayatta kalmalıydı. Üzerinde yaşadığı topraklar güzel günler görecekti. Mustafa Kemal’in askerlerinden biriydi kocası, vatanı için şehit olmuştu. Bir yanı hiç unutamadı, diğer yanı hep gurur duydu İbrahim Ethem’le.
Güzel, gösterişli, genç bir kadındı.
Herkesin dikkatini çekiyordu. Bunlardan biri de yeni taşındıkları mahalledeki en yakın komşularının erkek kardeşi Hakkı Bey’di. Görür görmez aşık olmuştu Fikriye’ye. O’nun iki çocukla yalnız kalış hikayesini dinleyince, saygı duydu, sabırla, incitmeden beklemeye başladı.
Fikriye, İbrahim Ethem’in ölümünden yaklaşık 8 yıl sonra, kendisini büyük bir sabırla bekleyen Hakkı Bey ile evlenmeye karar verdi.
Evlendiği gün, geçmişi düşündü.
Savaş çoktan bitmiş, 600 yıllık bir imparatorluk çökmüş, imparatorluğun küllerinden yepyeni bir cumhuriyet kurulmuş, her şey değişmişti.
Yıllar önce İbrahim Ethem’in söylediği sözleri ve yüzündeki o kararlı ifadeyi hatırladı, gerçekten artık “ Her şey daha güzeldi”. Oysa sevdiği adam yanında değildi ve şimdi sadece saygı duyduğu biri ile, iki kızı yanında yeni bir hayat kurmak üzereydi.
O ara uzun zamandır yakasını bırakmayan şiddetli öksürükler de başına dert olmuştu.
Narindi Fikriye, geçirdiği şiddetli soğuk algınlığının iyileşmesi uzun zaman alacaktı herhalde.
Evlendikten 1 yıl sonra hamile olduğunu fark etti. Hamileydi ama baş belası öksürük hiç yakasını bırakmıyordu.
Öksürüğün geçmeme nedenini bulmak için çeşitli tetkikler yapıldı.Bir süre sonra yapılan tetkikler sonucunu verdi. Fikriye “verem”di.
Çocuğu doğurması sakıncalıydı. İnat etti, ve o haliyle dünyaya bir kız çocuk daha getirdi. Kendi gibi, beyaz tenli bir kızdı bebeği.
Doğumdan sonra 40 gün daha direnebildi Fikriye. Bebeğinin kırkının çıktığı gün, O’nun da dünyadaki serüveni , henüz 29 yaşında iken sona erdi.
Gökyüzünde kayan bir yıldız kadar kısa sürmüştü hayatı.
Küçük kız hiç bilemedi, tanıyamadı annesini.
Yıllar önce dünyaya gelen ablaları anne oldular bebeğe.
Büyüyüp genç kız olduğu zamanlarda, “ Annem nasıl bir kadındı ?“ diye sorduğunda ablaları, “Aynaya bak, gördüğün yüz annemizin yüzüdür” dediler. Annesini hiç tanımayan kız şaşılacak derecede Fikriye’ye benziyordu.
***
Aradan çok çok uzun yıllar geçti .
Üç kız büyüdüler, evlendiler, hepsinin çocukları, torunları oldu.
Fikriye’nin ortanca kızının torunlarından biri – çocukluğundan beri anılara en düşkün olanı- , büyük anneannesinin kısacık ve hüzünlü hikayesini annesinden, anneannesinden, hatta dedesinden yıllarca hep dinledi.
O’nun anısını yaşatmak için her zaman bir şeyler yapmak istedi.
Ölümünün üzerinden yaklaşık 80 yıl geçmiş, albümlerde bir tek fotoğrafı bile bulunmayan Fikriye için ne yapabileceğini düşündü düşündü ve ortaya bu yazı çıktı.
***
Fikriye’nin büyük kızı 1986, ortanca kızı da 1989 yılında bu dünyadan ayrıldılar.
Kendine benzeyen, annesiz büyüyen küçük kız ise şimdi 80 yaşlarında.
Bu satırların yazarı 1989 yılının Aralık ayında kaybettiği- ortanca kız- anneannesini de hiç unutamadı.
Aralık ayını çocukluğundaki kadar sevmemesi de bundandır.
Aslında uzunmuş gibi görünen, bir ömrün sığdığı -hayat-larımız ne kadar kısa değil mi?
Uçsuz bucaksız bir evren üzerinde minicik bir noktayız hepimiz.
5 yorum:
Okurken çok ağladım çoookkk...Bir anne olarak o 3 çocuğun hali çok dokundu bana...
O üç çocuk yıllarca annesiz kalmanın boynu büküklüğü ile yaşadılar. Üçünün de ileriki yıllarda üç çocuğu oldu, tüm sevgilerini çocuklarına ve onlardan olan torunlarına verdiler.
İki tanesi bu dünyadan ayrılalı çok uzun zaman oldu.
Gittikleri yerlerde anneleri ile buluştular mı bilmiyorum ama benim fikrimi soracak olursanız, ben hâla kızların ortanca olanını - anneannem- çok özlüyorum.
Çok teşekkür ederim paylaşımınız için.
Sevgilerimle...
canım benim burada da o güzel yazılarını okumak ne güzel...
Senin de canım.
çok hoş gerçeken buralarda da rastlamaka birbirimize.
Sevgilerimle...
Fikriye'nin yaşadıklarını bir roman ya da bir senaryo gözüyle değerlendirince aslında her yazının kaynağında yaşanmışlıkların var olduğu ne kadar da belli oluyor değil mi Özlemciğim? Yürekleri burkan hazin bir öykü...
Yorum Gönder